Güncelleme Tarihi:
Binlerce bina yıkıldı, 50 binden fazla kişi hayatını kaybetti... Milyonlarca insan farklı yerlerde kendine yeni bir hayat kurma çabasında... Deprem bölgesiyle ilgili en önemli gündemse, bu kentlerin yeniden inşa sürecinin hızla tamamlanması. Birçok depremzede ilde konut yapımına başlandı ancak deprem güvenli binalar inşa etmek kadar bölgedeki kent kültürünü ve toplumsal yapıyı korumak da mühim. Uzmanlarsa acele etmemek gerektiğini söylüyor. Örneğin sosyolog Prof. Dr. Ulaş Sunata’ya göre önceliğimiz geçici barınma merkezlerinin iyileştirilmesi ve daha güvenli hale getirilmesi... Akademisyenler Doç. Dr. Pelin Pınar Giritlioğlu ve Aslı Odman da katılımcı bir kent tasarımının şart olduğunu söylüyor.
‘Zihniyetin değişeceğini düşünüyorum’
Prof. Dr. Ulaş Sunata (Sosyolog, Bahçeşehir Üni. Göç ve Kent Çalışmaları Araştırma ve Uygulama Merkezi kurucusu)
◊ Deprem bir felakete dönüşüyorsa bir doğa olayından çok daha fazlası yaşanıyor demektir. İnsanın olası afete ilişkin riski algılaması, bu riske karşı tedbir üretilmesi ve bu hazırlığın toplumsal şekilde yapılması gerekiyor. Çünkü deprem çantası hazırladığımızda kendimizi kurtarmış olmuyoruz. Deprem anında yolda olabiliriz, yol yarılır veya üzerimize hastane çöker. Bugün bütün bu ihtimalleri konuşmak bir toplumsal zihniyet dönüşümüne ihtiyaç duyduğumuzun yani depremin sosyolojik bir konu olduğunun göstergesi. Bahçeşehir Üniversitesi’nde 10 haftalık bir deprem sosyolojisi açık dersi hazırladım. Depremi ilk kez bu kadar konuşuyor, unutturmamak için gayret gösteriyoruz. Ama unutturmamak için hafıza mekânları da oluşturulmalı.
99 depreminden sonra anıtsal bir şey geliyor mu aklınıza? Hayır. Bu ülkede bir deprem müzesi var mı? Hayır. Depreme dair sanatsal eserler de verilmeli. Tüm ülkede depremi hatırlatacak yerler, işaretler olmalı. İnsanlar çaresizlik nedeniyle unutmak isteyebilirler. Biz hafızası güçlü bir toplum değiliz, hafızasını güçlendirmeye çalışan bir toplum da değiliz.
◊ 99 Gölcük depreminden sonra Türkiye’de sivil toplum çok kuvvetlendi ki bu ülkemiz için bir kırılma noktasıydı. İkinci değişim de travma sonrası stres bozukluğunun psikoloji alanında çok daha fazla araştırılıp konuşulması oldu. O dönem sahada sosyologlar da çalıştı ama meselenin sosyolojik yönü pek konuşulmadı. Yani depreme dair toplumsal bir harekete geçiş sağlanamadı. Ama bu sefer ümidim yüksek. Görüyorum ki zihniyet değişimi için ülke çapında bir talep var. Çok büyük bir acı yaşadık. Bölgedekiler de unutmayacak, diğer illerde onların acısını yaşayanlar da unutmayacak... Şimdi bütün Marmara’yı etkileyecek büyük İstanbul depremini bekliyoruz. 6 Şubat’taki Kahramanmaraş depremleri hafızamızı canlandırdı ve bir yüzleşme yaşadık. Tam da bu nedenle Kahramanmaraş depreminin toplum nezdinde etkisi çok büyük oldu. Olası İstanbul depremini beklerken hepimiz kendimizi her an Kahramanmaraş depremlerinden etkilenen kişilerin yerinde bulabileceğimizi biliyoruz. Biraz da bu nedenle diğerkâmlığın, sosyal değişimin ve depreme dayanıklı şehirlerin kazanacağını yani zihniyetin değişeceğini düşünüyorum.
‘Bunalım iyidir, değişimi işaret eder’
◊ Deprem bölgesinden dışarı bir göç hareketi oldu. Daha çok Ankara’yı tercih ettiklerini görüyoruz. Ankara’dan sonra bölgeye yakın olduğu için Mersin ve Antalya’ya gittiler. Bu hareketlilik devam edecek, kentlerin demografik yapıları değişecek. Gidilen yerlerden geri dönüşün çok kolay olmadığını biliyoruz ama bu kez “Bıraktığın yere dön” şeklinde yoğun bir çağrı var. Öte yandan zaten şu an henüz yerleşme dönemindeler, şok durumu da sürüyor. Adaptasyon sürecini ancak bu şok geçtikten sonra okuyabileceğiz. Duygusal ve maddi bir çöküş içindeyken o kişilerin kendilerine gelip toparlanması uzun bir serüven olacak. Bu travmanın hayatlarına nasıl yerleşeceğini işte ondan sonra görebileceğiz. Bizim ülkemizde dayanışma duygusu kuvvetli ama bölgeye yardım gönderip depremzededen daha çok kira isteyenleri de gördük. Sosyal adaptasyonu bütün bu çelişkilerle birlikte okumak için zamana ihtiyacımız var.
◊ Kahramanmaraş depreminden etkilenen kentleri yeniden inşa etmeden önce başka şehirlere giden veya gitmeyip orada kalanların görüşleri mutlaka alınmalı. Ayrıca önce geçici barınma merkezleri iyileştirilmeli ve daha güvenli hale getirilmeli. Hemen bir inşaat sürecine geçmek halk sağlığı ve ruh sağlığı açısından da doğru değil. Ben uzun süreli, sosyal bir bunalım bekliyorum. Sosyal bir bunalım olması da iyi bir şey çünkü bu bize değişimi işaret eder.
İdeal kent planı sosyal adaleti gözeten katılımcı bir tasarımla mümkün’
Aslı Odman (Öğretim görevlisi, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üni. Şehircilik Anabilim Dalı)
◊ Depremde ölümlere yol açan hızlı inşaat sürecinin bu sefer deprem sonrası yeniden yapılanmada uygulandığını görüyoruz.
1 yıl içinde deprem bölgesini yeniden inşa etmek makul değil. Aksine bu hız, sorunu çoğaltır. 8-9 Şubat’ta yani insanlar daha enkaz altındayken yeni kent merkezleriyle ilgili yüklenici firmalar ve müellif mimarlık ofislerine ihaleler dağıtıldı. Keza bu fiili süreçten sonra, 24 Şubat’ta 126 sayılı yeni bir kararname yürürlüğe girdi. Bu kararnameyle kentlerin inşasıyla ilgili özellikle tüm deprem bölgesindeki mülkiyet transferini sağlayan yetkiler tek bir elde merkezileştirilerek Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’na verildi.
Bu kararnameyle yeni konut alanları için orman, mera ve tarım alanları gibi doğal kaynaklara da el koyma hakkı verildi.
◊ Kent planlaması, 2-3 sene içinde bilimsel analizler sonrasında yapılarak, askıya çıkarılan ve demokratik kontrole tabi bir süreçtir. Jeoloji uzmanları dinlenmeli, tarım alanları ve koruma alanları ortaya konduktan sonra, ekolojik ve sosyal adaleti ilke olarak koyan bilimsel haritalar çıkarılmalı. Bu yöntemle depremde yıkılan kentleri uygun şekilde inşa edebiliriz. Ama bunu şehir merkezlerini gösterişçi tüketim odaklı turizme, zenginlere ayırıp şehrin çeperlerine ‘istenmeyen grupları’ göndermeden yapmak gerek. İdeal bir kent planı, tarihsel dokunun tüm yanlarını ele alan, sosyal adaleti gözeten katılımcı bir tasarımla mümkün.
Mekân-kimlik ilişkisi
◊ Belli bölgelerde yoğunlaşan etnik gruplar var. Nusayriler, Arap Ortodokslar, Kürt-Aleviler, Hatay Ermenileri, yerel Romanlar...
Bu azınlıkta bırakılmış grupların mekân-kimlik ilişkisi çok başka. Sülalelerinin kayıtları kim bilir kaç yüzyıldır yerel kilisede… Veya o bölgenin doğasıyla iç içe geçmiş ne gibi inanç ve kültürel pratikleri var? Diyelim ki ben Samandağlı bir depremzedeyim. Ailemi, evimi kaybettim. Devlet, 126 sayılı kararnameye dayanarak Samandağ’daki evimin arsasına el koyuyor, Hazine’ye devrediyor ve ben buna itiraz edemiyorum. Pek çok yerde yeni deprem yerleşim alanları için tarım arazileri seçildi ki bununla ilgili Ziraat Mühendisleri Odası da bir açıklama yaptı. Taşınacağım yerin uzun vadede nasıl bir ekolojik kıyım getireceğinden ve depreme karşı sahiden güvenli olup olmadığından da emin değilim. Yıkılan koskoca daire veya müstakil evime karşılık 2 oda mı verecekler, 3 oda mı; bunu da bilmiyorum. Üstelik bunu zaten uzun vadede borçlanarak alıyorum. Bu model kentsel dönüşümde uygulandı ve gördük ki toplumun yoksul kesimleri o mahallelerden gitmek zorunda kaldı. Özellikle İstanbul’daki kentsel dönüşüm örneklerinde, mesela Ayazma-Bezirgânbahçe TOKİ konutları geçişinde, Sulukule’de gördüğümüz bu örneklerden kaçınmamız lazım. Topografik, jeolojik, doğa bilimlerinin her alt dalına, arkeolojiye dair veriler… Ekonomik, sınıfsal yapı, toplumsal cinsiyet, yaş yapısı, etnik kimlik, dini cemaatler… Tüm bunlar gözetilmeden o kentlerin yeniden inşa edilmesi ne işe yarar? Oradaki yaşamı iyileştiremeyiz ki! Keşke tüm bunlar gözetilerek yapılan yeniden inşa süreci, o kentlerde son yıllarda artan betonlaşmayı da durduracak bir imkân olarak kullanılsa…
◊ Deprem kentlerinin yeniden inşası konusunda afet atığı sorunu da çok önemli bir başlık. Bölgedeki binaların, üç ila dörtte birinin asbestli olduğunu düşünüyoruz. Afet atıklarına ‘moloz’ diye bakmamak lazım. İçindeki metaller alınabilir ama atığı kırıp yol yapmak, mıcır yapmak gibi bir durum olmamalı. Asbest lifleri enkaz kaldırma sürecinde rüzgârlanmayla yerel halkın, orada tutunmaya çalışanların, nakliye ve enkaz işçilerinin, kolluk kuvvetlerinin ciğerine yayılıyor. Toprağa ve suya sızma meselesi de var. Zeytin, kayısı gibi ürünler buradan hem Türkiye’ye hem dünyaya yayılıyor. Türkiye’nin tarım ve hayvancılık ürünlerinin yaklaşık yüzde 20’si buradan geliyor. Besin zincirinde zehirlenme çok akut bir risk. Bunun alternatifi bölge bölge, yavaş yavaş bir sistem içinde ilerlemektir. Her konuda… Katılımla, yavaş yavaş, bilgiyi eyleme koşarak, demokratik ve yerel katılım, bellek ve mekân ilişkisi gözeterek...
‘Tarihi kent kimliğinin korunması mühim’
Doç. Dr. Pelin Pınar Giritlioğlu (Şehir plancısı, İstanbul Üni. Kentleşme ve Çevre Sorunları Anabilim Dalı)
◊ Depremden etkilenen kentler katman katman medeniyetlerin üzerine kurulmuş, tarihi ve kültürel özellikleri yoğun, kimlikli kentlerdi. Yeniden inşa edilirken kültürel dokunun ve tarihi kent kimliğinin korunması çok mühim. Bunu 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa kentleri yaptı. Önümüzde müthiş yıkıntılar üzerinde yeniden inşa edilebilmiş Dresden (Almanya) gibi bir örnek var. Yani bu, yapılabilen bir şey.
‘Tektip konut olmaz’
◊ Depremde yıkılan kentlerdeki toplumsal ve ekonomik yapılar incelenmeli, ayrıca kent kimliğine uygun mimari tipolojiler ortaya konmalı. Tescilli yapılar restore edilmeli. Geleneksel parsel dokusu dikkate alınmak zorunda. Bu bütün bölgeye uygulanacak tektip bir konut modeliyle olmaz. Çok ciddi araştırmalara ihtiyaç var. Yoksa kent kültürünü, toplumsal yapıyı, o yapının ekonomisini ve sosyolojik ilişkilerini kaybederiz. Buna sadece yapılar değil, kentteki diğer kentsel objeler de dahil... Bazı bölgelerde tandırlar vardır, kadınlar birlikte ekmek pişirir. Çeşmeleri vs. sokaktaki tüm öğeleriyle birlikte bu dokuyu yeniden oluşturmak mümkün. Konuyu sadece konuttan ibaret görürsek yine yanlış bir şey yapmış oluruz.
‘Varsılla yoksul paylaşmalı’
◊ Yeniden inşa sürecinde gettolaşmaya da izin vermemek gerek. Eski mahalle dokumuz toprağı, araziyi, arsayı sosyokültürel değeri üzerinden paylaştırırdı. Yani o zaman varsılı da, yoksulu da, orta hallisi de aynı kent mekânını paylaşabiliyordu. Buradaki yapılanmada buna da
dikkat etmek gerek. Avrupa ülkelerinde özel sektör projelerinin en az yüzde 25’inin sosyal konut olarak yapılması zorunlu. Bu, varsılla yoksulun aynı toprağı paylaşmasının yani toplumsal bütünleşmenin de bir modeli aynı zamanda. Bu konuyu es geçersek kentin kimi eski sakinleri kentlerin dışına doğru itilebilir; sosyolojik ve ekonomik ilişkiler değişir.