Güncelleme Tarihi:
17 Ağustos 1999 depremi, Türkiye’nin 20’nci yüzyılda gördüğü en büyük son deprem. 7.4’lük bu deprem sonrasında Gölcük, Kocaeli, Sakarya, Yalova, İstanbul, Bolu, Bursa, Eskişehir ve Zonguldak’ta 18 bin 373 kişi hayatını kaybetti. Afet bölgesindeki konutların yüzde 33’ü ağır, yüzde 15’i orta hasar aldı. Yaklaşık 120 bin aile evsiz kaldı.
1999’dan itibaren Marmara Denizi’nin deprem potansiyelinin açıklığa kavuşturulması için çok sayıda ulusal ve uluslararası proje yürüten yerbilimci Prof. Dr. Naci Görür, “Yerbilimciler olarak ‘İstanbul tehdit altında’ diye bağırmaya başladık. Düzce için de alarm vermiştik. Haklı çıktık. Üç ay sonra Düzce’de deprem oldu. Bu alarm sayesinde olsa gerek bu kentte afet yönetimi çok daha profesyonelce yapıldı” diyerek hazır olmanın önemini vurguluyor.
Biz, depremi sadece ‘17 Ağustos’larda veya irili ufaklı sarsıntılarda hatırlayan bir toplum muyuz?
Maalesef öyleyiz. Depremden korktuğumuzu söylesek de bu konuyu yeterince içselleştirmemişiz.
Bunun nedeni ne olabilir?
Toplum olarak yapımıza bağlı herhalde. Ama bir yandan da depremi güncel hayatta hatırlatacak bir yönetim, toplu bir hareket veya eğitim de yok. O nedenle de deprem kültürü gelişmemiş. Deprem kültürü toplum yaşamında bir anane haline gelmeli. Birçok kent, deprem kenti olduğunun farkında bile değil.
Örnek verir misiniz?
Mesela Erzincan... Defalarca yıkılmış, yeniden yapılmış bir şehir ama hâlâ Erzincan’ın deprem kültürüne uygun bir yaşam tarzı içinde olduğu söylenemez.
Bunu mimari için mi söylüyorsunuz?
Evi yaparken, tasarlarken, hatta döşerken... Deprem kuşaklarında, binlerce insanın öldüğü yerlere gidin, yine aynı yapı tarzı, yine deprem güvensiz mimari, yine deprem güvensiz yapı malzemeleri kullanıldığını görürsünüz. Kendimize özgü bir toplumuz. Herhangi bir yerde büyük bir deprem olduğunda insanlar korkup dışarı çıkıyor. Televizyonlarda bilim insanlarını konuşturuyorlar; valilik, belediye bir şeyler söylüyor, teskin oluyor, üç gün sonra evlerine giriyorlar. Ondan sonra yine unutuyorlar.
“Afete uğrayan insanlar ‘Biz ölmeden neredeydiniz’ demiyor” demişsiniz...
Evet, doğru. Halk olarak “Depremde ölmek kader değildir. Biz depremde ölmek istemiyoruz, binalarımızı deprem güvenli hale getirin. Bizim yerleşim alanlarımızı deprem odaklı kentsel dönüşüme tabi tutun” deyin. Bir toplum kendi sorununu nasıl duyurabilir? Demokratik yollarla... Bütün bu yolları deneyerek bir mücadelenin içine girmek lazım. Toplumda bu yok. Talep olmayınca da siyasetçi depremi ciddi olarak gündemine almıyor.
Evi hasarlı, kolonları çatlak veya deprem güvensiz olmasına rağmen ekonomik nedenlerle içinde yaşamaya devam edenler de var. Onlar nasıl bir yol izlemeli?
Her insan evini yeniden yıkıp yapamaz. O kişiler çığlık çığlığa sesini duyurmaya çalışmalı, STK örgütlenmeleriyle sesini duyurmalı. Ne kadar çok kişi ses çıkarırsa bu konu partilerin gündemine o kadar hızlı girer. Sosyal medyada “Deprem programı olmayan partiye oy yok” girişimi başlatılabilir.
Az önce kentsel dönüşüm dediniz. Bu konuda siz Bağdat Caddesi’nin altını çiziyorsunuz. Neler oluyor orada?
Bağdat Caddesi kıyıya yakın bir bölge ama nihayetinde Anadolu Yakası’nda. Anadolu Yakası, göreceli olarak Avrupa Yakası’ndan daha deprem güvenlidir. Devlet, deprem odaklı bir kentsel dönüşüme giriyorsa ilk başlayacağı yer Bağdat Caddesi veya Anadolu Yakası olmamalı.
Tarihi Yarımada... Avrupa Yakası’nda, Yeşilköy’den Silivri’ye doğru depremden hasar görmesi daha olası yerler var. Oralardan başlamak gerekirdi. 1999 depremlerinden sonra “Nereden başlayalım?” tartışmaları yapıldı. Zeytinburnu pilot bölge seçilmişti.
1999 depreminden sonra teknik üniversitelerdeki hocalara sordular. Bizlerin de katkısı oldu. Bu çalışmalar sonucunda İstanbul Valiliği ve hükümet yetkilileriyle bir yol haritası çıkarıldı. Ama kentsel dönüşüme oralardan başlanmadı. Nedeni şu: Hükümet bu uygulamayı iyi niyetle başlatmış olsa da kentsel dönüşüm bir müteahhitlik projesi olarak algılandı. Müteahhit kentsel dönüşüm işinin motor gücü oldu. Böyle olunca da her nerede para kazanacaklarsa oraya yöneldiler. Halk, “Benim bir yerim var, bu yerden ne kadar fazla kâr edersem o kadar iyidir” diye düşündü. Pazarlıkta “Evim depreme karşı güvenli olsun, ekonomik olsun” demekten çok, “Lüks olsun, değeri yükselsin” deyince müteahhit de “Bu binayı öyle bir yerde yapmalıyım ki az daireyle çok para kazanayım” diye düşündü. Deprem işi bir ölçüde kenara itildi.
1999 depreminden sonra “Bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak”, “İzmit depremi bir milattır”, “Unutmayacağız, unutturmayacağız” gibi sözler gazetelerin manşetlerini süslüyordu. Ama unuttuk mu?
Bu lafları söylememize rağmen 2006’dan sonra çok şeyi unuttuk.
Ne oldu 2006’da?
O tarihe kadar ciddi çalışmalar yapıldı. Bilim insanları toplandı, Japon kuruluşu JICA geldi, İstanbul’un depremselliğini inceledi, Büyükşehir Belediye Başkanlığı projeler yaptı, acil yollar ayrıldı, kimi köprüler ve viyadüklerle hastaneler, okullar güçlendirildi, İstanbul Valiliği bir proje yürüttü. Her semtte toplanma alanları hazırlandı. Çeşitli semtlere kurtarma malzemesi dolu konteynerler konuldu. İtfaiye güçlendirildi, Kızılay malzeme birikimleri yaptı, Deprem Konseyi kuruldu, bizler İTÜ ile Marmara Denizi’nde deprem araştırmaları yaptık. Ama 6-7 sene sonra işler yavaş yavaş tavsadı, deprem toplanma yerleri de AVM oldu.
Siz Marmara Denizi’ndeki sis perdesini aralayan biliminsanlarından birisiniz. Kızıyor musunuz?
Bir ara “Teslim oluyorum, paydos” dedim. Çünkü bu kadar konuşmamıza rağmen ciddiye alınmadık. Yine de usanıp geri çekilmedim. Aynı şeyleri söyleyerek devam ediyorum. Ne bir aferin aldım ne de beni, bizi takdir eden oldu. Aksine ‘felaket tellalı’ dediler. “Konuşmasa keşke” diyorsunuz da iyi mi oluyor? 2003’te Elazığ’a giderek uyarmaya başladım. Elazığ halkı şehrinin bir deprem kenti olduğunu bilmiyor. Çürük çarık evler yapıyorlar, kentte deprem odaklı bir gelişme yok. 2003’te uyarmaya başladım, hem de Palu diye isim vererek. “Dikkat edin. Buralar riskli” dedim. Ne oldu? 2010’da Palu’da deprem oldu, 51 kişi öldü.
Ekimde, bir TV programında Elazığ depremine karşı uyarmıştınız, Şubat 2020’de bahsettiğiniz deprem oldu. O programdaki görüntüleriniz de sonradan viral oldu...
Doğru. Benim için ‘depremi nokta atışı söyleyen’ diye yazıyorlar ama bu doğru değil. Bütün yerbilimciler söylüyordu... Palu depreminden sonra Sivrice’yi vurguladım. Kimse umursamadı. Yine deprem oldu, 40 kişi öldü. Deprem uyarısı yapınca bize kızıyorsunuz ama ölüyoruz. Biliminsanlarının söylemlerine özen göstermek lazım.
Bir röportajınızda da “1967 senesinde, Adapazarı’nda deprem olduğunda, 70’li yıllarda ‘İznik yöresinde deprem olabilir, önlem alın, hazır olun’ şeklinde yazılmış makaleler var. Biz bu makalelere gereken önemi verseydik, belki 1999 yılında depremde 20 bin insanı kaybetmeyecektik” demişsiniz...
O zaman da kimsenin umurunda olmamıştı. Vatandaşın umurunda olmayabilir ama devleti yönetenlerin bilime kulak vermesi gerekiyor. Ne oldu? 20 bin kişi öldü.
Deprem kültürü olmayan toplumda kent depreme nasıl hazırlanır? Bu hazırlık ne kadar sürer?
1999’daki o kararlılık ve iradeyle çalışıp “İstanbul’u depreme hazırlayacağız” deseydik şu an hazırdık. Mesela Kobe, çok daha küçük bir kent, 10 senede hazırlandı.
Ne yapmak lazım?
Kenti oluşturan bileşenlerin hepsini deprem güvenli hale getirmek lazım. Nedir o bileşenler? Halk, yönetim, altyapı, yapı stoku, çevre ve ekonomi. Halk, deprem bilincinde değilse deprem öncesinde, sırasında ve sonrasında ne yapacağını bilmiyorsa ve buna göre yaşamını sürdürmüyorsa siz o kenti depreme hazırlayamazsınız. Şu an insanlara “Maske tak” demek gerekiyor, bu gösteriyor ki halk istemezse pandemiyi bitiremezsiniz. Deprem için de aynısı geçerli. Halkı eğiteceksiniz. Televizyonda prime time’da bu konuyu konuşmak şart. Birini vali, birini belediye başkanı yapmakla o insanları afet ve risk yöneticisi yapamazsınız. Birimler oluşturulmalı, tatbikatlar yapılmalı... Yol, köprü, viyadük, tünel, içme suyu şebekesi, atık su şebekesi, arıtma tesisleri, doğalgaz şebekesi, iletişim şebekesi... Bütün bunlar deprem güvenli hale getirilmeli.
Bu hazırlıklar yapıldı mı?
Hangi yöneticiye sorsam, “Bizim altyapı sistemimiz iyidir, bir şey olmaz” diyor ve bunu bilgiye dayalı söylemiyorlar. İçme suyu şebekesinin yeterince çalışmadığını veya kanalizasyon suyunun içme suyuna karıştığını düşünün. Bunlar ciddi meseleler. Ama bizimkiler işe yapı stokundan başlıyor, sadece onu düzeltmekle kentsel dönüşüm olacak sanılıyor.
Sadece yapı stokunu düzelterek bir kenti depreme hazırlamak mümkün değil yani...
Hayır, olmaz. Bizde ayrıca inşaat atıkları bir çukura gömülüyor. Fiziko-kimyasal ayrışma başlıyor, yağmur, kar derken sularla toprağa karışıp besin zinciri vasıtasıyla bize geri dönüyorlar. Olası bir depremde ne kadar atık çıkar, bunun çalışılmış olması lazım. Ay’dan gelmiş gibi konuşuyorum, değil mi? Yarın bir deprem, bütün Marmara Bölgesi’nde üretim tesisleri ve işgücü kaybına neden olabilir. Türkiye ekonomik olarak dizüstü çöker. Bunlar acı gerçekler.
“Temel kazılırken babam görmüş, zemin tamamen kayaymış”, “Bizim binanın üst katında müteahhidin de dairesi var. Onun için çok sağlam yapmış” gibi hikâyeler çok. Çağdaş yöntemlerle binanızın deprem güvenli olup olmadığını kontrol ettirmedikçe bu söylemlerin hiçbir anlamı yok. Test yaptırmıyor ama babalarının hikâyelerine güvenerek rahat uyuyorlar.
Marmara’da yaptığımız araştırmalar sırasında Adalar’ın güneyinde 17 bin sene önce oluşmuş çok büyük bir denizaltı heyelanı keşfettik. Bu heyelanın denizde ne kadarlık bir su hareketi yaratmış olabileceğini hesaplayınca bu tarihte en az 10 metrelik bir tsunami olmuş olabileceğini gördük. Marmara Denizi’nin kuzey kıyıları büyük depremler esnasında tsunami dalgalarından etkilenmiş. Beklenen Marmara depreminde yapılmış olması halinde Kanal İstanbul için de bir tsunami tehdidi var.
Siz 17 Ağustos 1999’da etkin bir müdahale olduğunu düşünüyor musunuz?
Hayır, gerektiği kadar hızlı ve etkin bir müdahale olamadı. Ülkeyi yönetenlerin deprem hazırlığı yoktu. Devlet müdahalesi gecikti çünkü iletişim şebekeleri çöktü, Ankara’daki Başbakanlık, depreme müdahale edip bütün emir ve komuta zinciri içinde bu işi yürütebilecekken depremin ilk saatlerinde depremle ilgili yeterli bilgi alamadı. E bu durumda yerel yönetimler ne yapacaklarını da bilemedi ve insanlar enkaz altında bekledi.
Bugün de aynı durumu yaşar mıyız?
Aşağı yukarı, evet. Gerçi daha bilinçliyiz ama İstanbul’un boyutunu ve yapı stokunu, itfaiyenin yol ve trafik nedeniyle yangına müdahale edemediği kaotik bir İstanbul’u düşünürseniz belki 1999’daki gibi değil ama daha donanımlı olmamıza rağmen göçük altındaki insanların tamamına yardım edemeyebiliriz. Beklediğimiz depremde, göçük altında müdahale edilebilecek insanlar şanslılar olacak.
Beklenen deprem için sizin gözünüzden en iyi ve en kötü senaryolar neler?
Minimum 7.2 bekliyoruz. Ama 1766’daki gibi, üç ay arayla Marmara’nın tamamı kırılabilir. İşte bu en kötü senaryo... 1766’da, Kumburgaz ve Adalar hatları üç ay arayla kırılmış, her biri 7’nin üzerinde iki deprem olmuş. Bugün de zaten bu iki hat kilitlenmiş vaziyette.
En sevmediğiniz soru... Tahminen ne zaman?
Beklediğimiz depremin 1999’dan itibaren her an olma kaydıyla, 30 yıl içinde gerçekleşme olasılığı yüzde 62 olarak hesaplandı. Artı-eksi 10-15 sene veriyoruz. İşin son demlerindeyiz.