Güncelleme Tarihi:
Kahramanmaraş depremleri, depremle mücadele için en başta güçlü yapılarımız olması gerektiğini ortaya koydu, haliyle bugünlerde ilk gündem maddelerimizden biri kentsel dönüşüm... TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi Yönetim Kurulu üyesi ve aynı zamanda İstanbul Üniversitesi Kentleşme ve Çevre Sorunları Ana Bilim Dalı öğretim görevlisi Doç. Dr. Pelin Pınar Giritlioğlu, ülkemizde kentsel dönüşüm uygulamasının dününü ve bugününü değerlendirdi.
Kentsel dönüşüm nedir, ne değildir?
*Şehirlerin sosyoekonomik, fiziksel, sosyokültürel anlamda sorunlu alanlarını bilimsel kriterlerle yeniden tasarlamak, yenilemek kentsel dönüşümdür. İnsan hayatını tehdit eden bölgeleri iyileştirmek, toplumsal refahı ve yaşam kalitesini arttırmak, yaşam çevrelerinin sürdürülebilirliğini sağlamak için yapılır.
*2. Dünya Savaşı’ndan sonra birçok ülkenin kentsel dönüşüm yöntemlerini kullandığını, yıkılmış şehirlerin bu sayede ayağa kaldırıldığını görüyoruz. Ülkemizde bu konu ancak 99 depreminden sonra konuşulmaya başladı yani Türkiye’nin kentsel dönüşüm geçmişi deprem çıkışlı ve dünyanın kentsel dönüşüm pratiğine bakıldığında görece yeni.
‘İnsanı unutmadan...’
*Şehir Plancıları Odası olarak 2003’te ilk defa ulusal bir Kentsel Dönüşüm Sempozyumu gerçekleştirdik. 1 yıl sonra Küçükçekmece Belediyesi’yle birlikte uluslararası bir sempozyum düzenledik. Bu işe bizden çok daha önce başlayan Batı’da birçok hata yapılmış. Örneğin, ABD’de 1950’li yıllarda yerinden etmeyle sonuçlanan çok sayıda kentsel dönüşüm uygulaması olmuş, insanlar hiçbir finansal çözüm gösterilmeden ortada bırakılmış. Avrupa’da da benzer deneyimler var. İngiltere’den bir uzman, İngiltere’nin 1980’li yıllarda deneyimlediği kentsel dönüşüm politikalarını anlatmış, “Londra’da çok sayıda kentsel dönüşüm uygulaması yaptık ama bir tek şeyi ihmal ettik; insanı... Bugün dönüp bakıyoruz, o alanlar hâlâ Londra’nın en sorunlu alanları” demişti. Bizim için çok önemli bir dersti. İşte bu sempozyumlarda doğru, insan odaklı, kamu yararına bir kentsel dönüşümün nasıl olacağını konuşmak, ilkelerini bilimsel olarak tarif etmek istemiştik. Ancak bu konunun yıllar içinde bir müteahhitlik sürecine dönüştüğünü kaygıyla izledik.
‘Hamle doğru ama...’
*2004’te çıkan 5162 Sayılı Kanun’la kentsel dönüşüm işinin merkezi aktörü TOKİ oldu. Bu çok doğru bir hamleydi ama uygulama yanlış yapıldı çünkü sosyal bir konut politikası güdülmedi. Bir kentsel dönüşüm uygulamasında, orada yaşayan insanları toplumsal ve ekonomik hayata katmanın yollarını da ortaya koymanız gerekir. Bursa-Doğanbey’de, İstanbul’da Sulukule ve Tarlabaşı’nda büyük sorunlar yaşandı. Yeşil alan üzerine yapılan Başıbüyük Blokları örneğin, çok ciddi bir toplumsal gerginliğe neden oldu; halk ayaklandı, panzerler dayandı.
*TOKİ bugün kentsel dönüşüm uygulamalarına sınırlı olarak devam ediyor ancak kentsel dönüşüm büyük ölçüde müteahhitlerin eline bırakılmış durumda. İş, müteahhitle vatandaşın anlaşmasına bırakıldı. Halbuki kamu bu işin odağında olmalı, regülasyonu sağlamalı.
*Türkiye’de herkese hitap eden, adil ve kamu yararını önceleyen bir dönüşüm çalışması yapılmadı. Çekim merkezi kabul edilen noktalarda yapı stoğu yenilenirken ranta konu olmayan bölgelerdeki eski yapı stoğunun, deprem riski taşıyan birtakım bölgelerin yenilenmediğini hemen her yerde görebilirsiniz. Oysa Batı’da bir yerin kentsel dönüşüm alanı olması için bir çöküntü alanı haline gelmesi, köhnemesi, sosyoekonomik koşulların düşük olması gibi kriterler var. Bizse kâr odaklı ilerledik, meseleyi afetle ilişkilendirmedik.
‘Veri yerelden gelmeli’
*2005’te Belediye Kanunu’nun 73’üncü maddesiyle birlikte belediyelere kentsel dönüşüm yapma yetkisi verilmiş, kentsel dönüşüm ilk kez yasalarımızda yer almıştı. Ama 2011’de Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın kurulmasıyla belediyeler kentsel dönüşüm sürecinden çıkarıldı. Bakanlık belediyelere yetki verdiği belli protokoller yapıyor bazen... Oysa yerelin içinde olmadığı bir kentsel dönüşümün sağlıklı olması beklenemez. Yerelden gelen verilerle, yerelin ihtiyaçlarının şekillendirdiği bir kentsel dönüşüm çerçevesinde atılmalı tüm adımlar.
*Biz ülkece barınma hakkı meselesini çözememiş durumdayız. 2018’deki İmar Affı’yla deprem tehdidi altındaki yapıların yasallaştırılması, varolan deprem riskini daha da büyüttü. Ancak kaynaklar doğru kullanılırsa doğru dönüşüm adımları için geç değil. Bakanlık ve belediyeler kamu ortaklıkları kurarak doğru bir yönetim süreciyle atılacak adımları hızlandırabilir.
‘Sulukule tükendi, gitti’
*Ülkemizde örnek gösterebileceğim bir konut alanı dönüşüm projesi ne yazık ki yok. İstanbul’daki Hasanpaşa Gazhanesi’yse konut olmasa da dünyaya örnek olabilecek bir dönüşüm modeli. Çünkü Mimarlar Odası, üniversiteler, Hasanpaşa gönüllüleri ve yerel belediye birlikte çalıştı. Sulukule’deki dönüşüm için meslek odaları ve üniversiteler olarak defalarca Fatih Belediyesi’ne gittik, belediye başkanı bizimle bir kere dahi masaya oturmadı. Uzmanları süreçten dışlayarak, bilimi görmezden gelerek yapılan projelerin başarılı olmadığı ortada. Sonradan “Biz burada yanlış yaptık” dendi ama geçmiş olsun; Sulukule tükendi, gitti! Halkı da şehrin çeperine gönderildi, borçlandırıldı, olmadı; böylece mülksüzleştirildiler. Dönüşüm yapılırken oranın insanını geçici olarak güvenli yerlere nakletmek, konutları yapıldıktan veya güçlendirildikten sonra semtlerine geri gelmelerini
sağlamak yani kimseyi yerinden etmemek gerek.
*2010’lara kadar belediyeler plan yaptıkları zaman meslek odalarına yollar, toplantı yapar, görüş alırdı. Bakanlığın kurulmasıyla birlikte bu ilişkiler kapandı. Bu anlayışın nerelere geldiğini şimdi hep birlikte görüyoruz.
‘Biz bunun için varız’
*Biz plancılar, bir kentin sağlıklı bir şekilde nasıl organize olacağını, ne tarafa gelişmesi ya da gelişmemesi gerektiğini, kamusal hizmetlerin ve sosyal donatı alanlarının nasıl adil ve erişilebilir bir şekilde yerleştirilebileceğini göstermek, kısacası güvenli kentler oluşturmak için varız. Bir kent planı hazırlarken yüzlerce hesap yaparız. Bir konutu bir yere koymak ya da oradan çıkarmak, bir kat fazla yapmak ya da yapmamak, bir park alanını, hastaneyi, okulu bir yere koymak ya da koymamak; hepsi kent sistemi içindeki dengeleri oynatacak şeylerdir.
Taşınmaz kültür varlıklarımızı nasıl koruyacağız?
*Binalarımızı depreme hazırlarken kültür varlıklarımızı korumayı da ihmal etmemeliyiz. İnsan hayatı kadar tarihimizi, geçmişimizi geleceğe taşımanın yollarını da düşünmeliyiz. Bu evrensel bir sorumluluk. Kültür mirasımızı korumanın yolları belli: Bir envanter çıkarılmalı ve bu yapılar en yüksek teknolojiyle güçlendirilmeli. Her bir yapı için de deprem senaryosu hazırlanmalı. Mesela Tarihi Yarımada’nın bir alan yönetim planı vardır ve bu planda deprem riskinden söz edilir. Ama bu planda bahsi geçen acil ulaşım yolları hayata geçirilebilmiş değil. Çok iyi kurumlar oluşturuyor, çok iyi yasalar çıkarıyor, çok iyi raporlar hazırlıyoruz ama bunları hayata geçirmediğimiz sürece anlamı olmuyor.
Toplanma alanında neler bulunmalı?
*Toplanma alanlarını iki türlü düşünmek gerekiyor: Su ve seyyar tuvalet bulundurulmalı, kısa dönem yiyecek ihtiyacımızın karşılanması için açık mutfakların kurulabileceği bir köşe olmalı. Konteyner ve çadırlar da olmalı ancak bunlar deprem olduktan sonra aranacak şeyler değil; önceden hesabı yapılarak elimizde olmalı. Konteyner içine de konserve gıda, kazma kürek gibi aletler, fener, su, battaniye, sınırlı miktarda giyecek, düdük konmalı. Ama asıl önemli olan, içinde ne olduğundan çok, konteynerlerin sorumluluğunun kimde olduğu… Her mahallenin konteyneri, bu konteynerlerin de birden fazla sorumlusu olmalı. Bunun yolu muhtarlık düzeyinde örgütlenmekten geçiyor. Afet anında kimin,
nerede olduğunu bilemeyiz; herkes o sırada kendi mahallesinde de olmayabilir. Birden çok sorumlu
kişi belirlenmeli, mahalleliye bu kişilerin irtibatları konusunda bilgi paylaşımı yapılmalı. Şu an her mahallede konteyner yok, her mahallede afet toplanma alanı da yok.
“İş, müteahhitle vatandaşın anlaşmasına bırakıldı. Halbuki kamu regülasyonu sağlamalı.”
Şehirler nasıl inşa edilmeli?
*Kahramanmaraş depremlerinden etkilenen şehirler yeniden inşa edilecek. 13.5 milyon insanı fay hattı üzerine yığmışız, yeni yer seçiminde öncelikle buna dikkat edilmeli. Ancak fay hattından uzaklaşmak demek, fay hattından uzak herhangi bir yere yerleşmek değildir. Yeni bir planlama yaparken tarım arazilerini, ormanları, meraları feda etmememiz gerekiyor.
*Hükümetin, halkın barınma sorununu çok hızlı bir şekilde çözmek isteğini anlayabiliyorum. Ama hızlı olmak, bilimi dışlamak anlamına gelmemeli. Meslek odalarıyla, üniversitelerle organize olunmalı. Elbette hızla yerleşim alanları inşa edilebilir ama bunlar gerçek anlamda bir kent olmaz. Kent bir sistemdir. Açık ve yeşil alanlarıyla, kamu yapılarıyla, eğitim, sağlık, spor vb. fonksiyonlarıyla, ulaşım ağıyla bir bütündür. ‘Yeni ve güvenli yapı yaptık’ demek, oranın bir kent haline getirildiği anlamına gelmiyor. Bu sistemi bir bütün olarak düşünmek ve planlamak gerekiyor.
*Bu 10 ilimiz dışında da yapılması gerekenler var. Park gibi açık, kamusal alanlar yani afet toplanma alanları çoğaltılmalı. Kamu hastaneleri şehir içinde adil bir şekilde dağıtılmalı. Deprem olduğunda devlet dairelerinin, okulların, hastanelerin ayakta kalması gerek ki bölgede hayat devam edebilsin. Yüksek mühendislikle tasarlanmış, acil afet tahliye yolları yapılmalı. Hiç yardım gelemeyeceği senaryosunu da hesaba katarak kentlerin dışında bir tarım alanı olmalı. Bu tarım alanları kentin gıda sorununu birkaç gün çözecek şekilde planlanmalı.
*İstanbul-Maltepe’yi düşünün, doğru düzgün bir açık alanı yok. Deprem sonrasında insanlar refleks
olarak kendini kıyıya atacaktır, kıyı dediğimiz yer de dolgu alanı! Aynı şekilde Tarihi Yarımada’da da açık alan yok, yıllarca süren plansızlık ve belirsizlik ortamı bu sonucu hazırladı. Olası bir depremde, bölge halkı Yenikapı dolgu alanına gidecektir. Ama bu dolgu alanları depremden ilk etkilenecek yerler ve mühendisler “Dolgu alanlarda beklemeyin” diye uyarıyor. İstanbul afet toplanma alanı açısından depreme hazır değil. Ne yapacağız? Afet toplanma alanı üzerine inşa edilen Zorlu AVM’nin, Torunlar GYO’nun içine mi gireceğiz?
*Ben 80’lerde öğrenciyken kentleri her mahallede yürüme mesafesinde sağlık ve eğitim tesisi, en az bir park olacak şekilde tasarlıyorduk. Bugün
40 yıl öncesine göre daha gerideyiz.
* Yatay mimari son zamanlarda çok konuşuluyor ama mesele bu değil. Bazı kentlerde veya kentin bazı bölgelerinde yatay olur, bazılarında dikey olur. İstanbul bir tarafta Gebze’ye dayanmış, bir tarafta Tekirdağ’a, daha ne kadar ileri gidebilir ki! İstanbul’un nüfusunu seyreltmek gerekiyor.
*Yalnızca kentsel politikalarla bu sorunu çözmek mümkün değil. Bölgesel politikalar ortaya koymalı, nüfusu bölgeye yayacak istihdam politikaları, üretim merkezleri yaratılması üzerine düşünmeliyiz.