Güncelleme Tarihi:
Syrah, Cabernet Savignon gibi farklı toprak yapıları ve iklimlere kolay adapte olan bir üzüm türü. ABD’de Kaliforniya ve Washington eyaletlerinde, Avustralya ve Güney Afrika’da, İtalya’da farklı yörelerde ve ülkemizde Syrah üzümünden bol bol şarap var. Epey Syrah denedim. Pek çoğunu içemiyorum çünkü benim ‘over the top’ dediğim, şaraptan çok kötü bir porto’yu andıran stiller. Yüksek alkol, pişmiş adeta reçelimsi bir meyvemsilik ve rahatsız edici, meyveye iyi entegre olmamış meşe aroması. İstisnalar var tabii ki ama marka veremiyorum.
DOĞAL VE DENGELİ
Öte yandan benim damak zevkime ve beklentilerime en uygun Syrah’lar hep Fransa’nın Kuzey Rhone bölgesinden. Özellikle de Hermitage ve Cote Rotie ve Cornas apelasyonları. Aralarında elbette farklar var. Ayrıca çok sayıda üretici var. İyilerini ise bulmak zor; 100 dolar üzeriler. Neyse ki benzer zevki aldığım ve şarapları 30-50 dolar arası başka bir Kuzey Rhone apelasyonu var: Saint Joseph.
Meyvemsiliği önde değil bu şarapların. Yapısal olarak çok güçlü, alkol oranları yüzde 13’ü pek geçmeyen, derinliği olan şaraplar. Ayırt edici özelliklerini New York Times’da yazan ve damak zevki bana uyan Eric Asimov şöyle görüyor: “Baharatımsı füme et, çeşitli otlar, zeytin lezzetlerinin gerisinde duran güçlü bir mineralite; kırmızı ve kara orman meyveleri ve menekşe aromasıyla zenginleşen bir zarafet”. Ben bazen zeytin aroması alıyorum ama çoğu zaman çiğ et ve kan kokusu. Karadan çok kırmızı orman meyvemsiliği. Ama en önemli olan, bu şarapların belkemiği, doğallığı, dengesi ve mineralitesi. Asimov’un ‘granit gibi ince taneli’ benzetmesi bence cuk oturmuş. Saint Joseph neden mi Kuzey Rhone’un asıl apelasyonlarından daha ucuz? Diğerleri 15-20 senede zirveye çıkıyor ve 20 seneden sonra bile büyük keyif veriyor. Saint Joseph ise beş senede zirveye çıkıyor ve istisnalar dışında, 10-15 seneden sonra inişe geçebiliyor.
ZIPKIN MI FIRÇA MI?
Zıpkın’a gidelim dedik, fırça yedik. Arnavutköy’de bir balık lokantası. Geçen sene çekim yaptık. İşletmeci Erhan Bey’i gözüm tuttu. Arkadaşımı götürmek istedim. 28 Eylülde 23.00 gibi telefon ettim. Erhan Bey yokmuş. Soyadımı vermedim. “Palamut daha çok yağlanmadı, Boğaz lüferi çıktı mı, ne gibi balıklar var?” diye sordum.
Karşı taraf küçümseyici, önce “Siz nerede yaşıyorsunuz?” diye sordu. Daha balıkçılarda lüfer görmemiştim ama hem lüferin tam zamanıymış hem yağlı palamudun! (Ekim ortası kıvama gelir) Bunu nasıl bilmez mişim? Başgarsonmuş benimle konuşan. “Küstahça konuşuyorsunuz beyefendi”, dedim. “Hakaret etmedim size” dedi. Gerçekten etmedi. Fırça çekti. Çanakkale lüferi sevmem. Palamut ise Şile olmalı. Başgarsona balıkların kaynağını sorup detayları öğrenmek istedim ama “ister gel ister gelme, başımı ağrıtma” tavrı ile karşılaştım. Halbuki tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır. Bir müşteri olarak beni kaybettiler.
İYİ Kİ VAPURU KAÇIRMIŞIM!
Yabançileği en sevdiğim meyve. Tarlada yetişmez. Doğada yetişir. Dikenli çalılarda. Reçeli olduğunu bilmezdim bile. Nasıl mı öğrendim? 25 Eylülde İtalya’dan geldik. Eminönü’den ada seferleri var. 19.40’ı kaçırdık. Bir sonraki 23.00’te. Sağ olsunlar Şehir Hatları çalışanları bize çay ikram etti. Sohbet koyulaştı. Rizeli bir arkadaş harika bal yapıyor. Ordu Ünyeli Ahmet Bey’e ise oradan yabançileği reçeli geliyor. “Şimdi yanımda yok ama size ikram etmek isterim” dedi. Nasıl ettiyse 29 Eylül’de beni vapurda buldu ve elime kavanozu tutuşturdu. Afiyetle yiyoruz. Olağanüstü. Kendisi ve Şehir Hatları’nın tüm görevlileri sağ olsunlar. Bir daha vapur kaçtı diye üzülmeyeceğim.