Güncelleme Tarihi:
Beyoğlu, kültür, sanat ve zarafetin egemen olduğu bir bölgeydi
Osmanlı devletinde temsil yetkisi alan ilk sefaretler 1550-1610 arasında Beyoğlu’na yerleşti. Beyoğlu’nu seçmelerinin nedenlerinden biri, Suriçi’ndeki Müslüman hayat yapısına girmek istememeleri ve Osmanlı’daki gelişmeleri uzaktan takip etmekti. 1800’lü yıllarda artık Beyoğlu’nda 10’a yakın sefaret kurulmuş ve çok sayıda ticaret adamı bölgede yaşamaya başlamıştı. Kırım Savaşı (1853-1856) sonrasında Beyoğlu’na 10 bin Levanten yerleşti çünkü burada bir Hıristiyan mahallesi kurulmuştu. Levant, ‘Doğu’ya giden’ demektir. Başta İtalyan ve Fransızlara denirken, sonraları Katolik ve Protestan olan bütün yabancılara ‘Levanten’ denmiş. Osmanlı Devleti, Beyoğlu Belediyesi’ni kurarak bu oluşuma katkı sağladı ve gelişmenin önünü açtı. Sonuç olarak, Beyoğlu’nda Levantenlerin, azınlıkların, Osmanlı nüfusunun ve Fransız kültürünün etkisiyle ortaklaşa yarattıkları bir dünya oluştu. Bu dünya Batılı bir dünyaydı. Bu da çok sayıda yeme-içme mekânı, dansing, birahane, tiyatro, opera, sinema, gece kulübü, balohane ve kafe şantanı beraberinde getirdi. Bu bölge o kadar çekiciydi ki Suriçi’nde yaşayan Osmanlı halkı önceleri Beyoğlu’na eğlenmeye, daha sonra da yerleşmeye aktı. Beyoğlu artık, kültür, sanat ve zarafetin egemen olduğu bir bölgeydi.
Osmanlı döneminde 10 bin piyano satılıyordu
Mesela, Naum Tiyatrosu 1840-1870 arasında büyük bir kültür rüzgârı estirdi. İşletmecisi Naum, her sene İtalya’ya gidiyor, o dönemin en önemli sanatçılarını getiriyordu. Avrupa’nın en önemli beş operasından biriydi. Sultan Abdülmecit ve Sultan Abdülaziz burada oynanan tüm oyunları seyrederdi. Hatta Abdülmecit’in geldiği akşamlar, Beyoğlu özel olarak aydınlatılıyordu. Düşünsenize, Osmanlı döneminde İstanbul’da opera oynuyor. Bugün İstanbul’da opera yok. O dönemde Beyoğlu’nda 10 bin piyano satılmış. Peki ya bugün kaç piyano satılıyordur? Yabancılar Beyoğlu’nda kendi cemiyetlerini kurmuştu. Serkildoryan İngilizlerin kulübüydü. Union Française Fransızların. Aydınlık gazetesinin sokağında İtalyanların Garibaldi Derneği vardı. Her hafta şiir dinletileri yapılıyor, yazarlar geliyor, kendi kültürlerini burada sürdürüyorlardı. Cadde üzerinde bulunan Crystal, Concordia, Odeon ve Fransız Tiyatrosu yurtdışından birçok ünlü sanatçıyı Beyoğlu’na getirir ve sahneye çıkarırdı. O dönem Avrupa sahnelerinin büyük sanatçısı Sarah Bernhardt bile Beyoğlu’nda dört kere sahne aldı.
Her pastane bir akademi gibiydi
1950’den itibaren Cumhuriyet’in genç aydınlık kuşakları caddeye aktı. Caddede o zaman, 30’a yakın kitapçı vardı. 1950-1980 arasında tiyatrolar Beyoğlu’nda altın çağını yaşadı. 20 tane tiyatro salonu ve burada sahne alan 42 tiyatro topluluğu vardı. İstanbul’un nüfusu 2 milyonken 42 tiyatro perde açıyordu. Bugün nüfus 16 milyon ama Beyoğlu’nda bir tiyatro (1980’de Ferhan Şensoy tarafından kurulan Ortaoyuncular, cadde üzerindeki son tiyatrodur) kaldı. O da varlık yokluk mücadelesi veriyor. 1970’lerse sinemaların en önemli dönemiydi, sadece caddede 19 sinema salonu hizmet veriyordu. 2000’lerden itibaren Beyoğlu ruhunu kaybetti. Beyoğlu’nu Beyoğlu yapan operalar, tiyatrolar, sinemalar, pastaneler, kitabevleri, zaman içinde kapanmaya başladı. Beyoğlu pastaneleri çok önemli edebiyat akademisi gibi çalışırdı. Haftanın belli günlerinde her pastanede 10-15 ünlü yazarın katıldığı edebiyat sohbetleri yapılırdı. Genç sanatçılar bu üstatların sohbetini dinlemek imkânına sahip olurdu. Yeşilçam Sineması’nı Beyoğlu’nda oluşması tesadüf değil. AKM çeşitli bahanelerle 20 yıldır İstanbul’un sanat yaşamı dışında bırakıldı. Beyoğlu’nun kültür damarları tıkandı. Bu sayılar kurumayı net bir şekilde gösteriyor. 2 milyonluk İstanbul’daki kitap satışı neredeyse günümüze denk. Kültürü kaybettiğimiz için ortaya güncel akımlardan çabuk etkilenen bir nüfus çıktı. Bir üniversiteye davetliydim, gençlerden biri, “Bu anlattıklarınızın hepsi geçmişte kaldı. Bugün televizyon var, video var, Netflix var. İnsanlar neden tiyatroya gitsin” dedi. Bu teknolojileri yaratan ülke ABD. En büyük sinemalar, en büyük film stüdyoları orada. Ama bugün New York’ta her akşam, 50 tiyatro sahne açıyor. Bugün Londra’da halen 200 tiyatro var. Avrupa ve Amerikan şehirlerinin en büyük yapıları kütüphanelerdir. 16 milyonluk İstanbul kentinde en büyük kütüphanede kaç kitap var? Başka bir üniversitenin mimarlık diploması olan insanlarıyla bir araya geldim. Taşkışla binasındaydık ve “İçinde olduğumuz bina eskiden neymiş” diye sorduğumda hiçbiri yanıt veremedi. “Süleymaniye Camii’ni kaç kişi gördü” dedim, herkes birbirine baktı. Bakın, mimarlardan söz ediyorum.
Biz 1740’tan bu yana kraliçeye reçel yapıyoruz
Beyoğlu 180 yıllık bir cadde ve cadde üstünde 200’den fazla yapı bulunuyor. Osmanlı döneminde bulunan 200’den fazla işletmeden günümüze gelebilen beş müesesse: Pera Palas Oteli, Londra Oteli, Hacı Bekir Şekerlemecisi, Rebul Kolonyaları ve Darülbedayi. Osmanlı’dan bu yana Beyoğlu’nda devam eden başka marka yok. Onlarca işletmeyi inceledim. İşletmelerin ortalama ayakta duruş süreci 30 yıl. Bir kişi bir işletmeyi kuruyor hatta oraya hayatını veriyor. Adam ölünce işletme de bitiyor. Bu çalışmayı Londra’da yapmış olsaydım günümüze kalmış olan en az 60-70 firma bulurdum. Londra’da bir dükkâna gidiyorsun, adam “Biz 1740’tan bu yana kraliçeye reçel yapıyoruz” diyor. Bu adamlar hiç savaşa girmedi mi, hiç yangın çıkmadı mı? Onlar sürdürebiliyor. Nasıl olabiliyor? Beyoğlu 15 senede bir batıyor çünkü biz sürdüremiyoruz. Sürdürmek de bir kültür meselesidir. Yapılar yerinde duruyor ama eski işletmeler devam etmiyor. Şu anda Beyoğlu’nda iki büyük kültür varlığı yok olmak üzere. Biri, Sultan II. Abdülhamit’in terzisi Botter’in evi. İstanbul’daki en önemli Art Nouveau mimari stilinde inşa edilmiş bina. Mal sahipleri arasındaki sorunlar yüzünden harap bir durumda. Yakında çöktü diye haber çıkarsa şaşırmayın. Bir diğeri Oriental Pasajı. Beyoğlu’nun en eski pasajı. Zamanında Lebon ve Markiz pastanelerinin bulunduğu yapı. Pastane içindeki seramik üç mevsimler panosu çok önemli kültür varlığı. Bu bina da çökerse yerine bir şey koyma imkânı yok. Sayın Beyoğlu Belediye Başkanı da bilmiyordu, anlattım.
Beyoğlu lüzumsuz milliyetçilik akımlarının kurbanı oldu
Beyoğlu’nu zaten tutamazdık. Çünkü Beyoğlu’nu Beyoğlu yapan dört kaynağı zaman içinde kuruttuk. 1930’larda başlayan Türkleşme akımıyla önce Levantenleri, 1950’lerden sonra da azınlıkları kaybettik. Doğma büyüme İstanbullu ama Türk olmayan avukatlar, İstanbul Barosu’nda avukatlık yapabilmek için Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmak gerektiğine dair bir kanun çıkınca, ülkeyi terk etti. İstanbul’da aralarında hiç Türk’ün olmadığı 400 taksici vardı. Hükümet, “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmayan, araba kullanamaz” diye karar çıkarınca, onlar da gitti. Odakule binası, Karlman (Carlmann) isminde bir konfeksiyoncunundu. Ona öyle bir Varlık Vergisi koydular ki ödeyemedi; Osmanlı Bankası’ndan kredi aldı, yine ödeyemedi. Battı. Sonra o bina, 25 sene metruk kaldı. 6-7 Eylül Olayları büyük skandal. 1964’te Beyoğlu’nda Rum esnaftan alışveriş etmeme akımı başladı. Mahallenizin 30 senelik bir Rum bakkalı var. Gece evine taş atıyor, gitmeye zorluyorsunuz. Türkiye’de azınlık olmak hep çok zor bir iş. Bu yüzden Ermeni kiliselerinin kapısında demir bir levha vardır. Ermeni kilisesinin camını kırınca eline ne geçecek? Beyoğlu, lüzumsuz milliyetçilik akımlarının kurbanı oldu. O dönemden kalan köşkleri, konakları yıkıp 10-15 katlı apartmanlar diktik.
Tarihi şehrin nüfusu arttığı zaman tarihi yok etmeye başlıyorsunuz
İstanbul’da yaşayan insanların büyük kısmı İstanbul’u tanımıyor. Çağdaş insan, mahallesinden itibaren yaşadığı şehrin tarihini, geleneklerini bilir. Demokrat Parti, 1955’te İstanbul’a sanayi izni verdikten sonra İstanbul’un nüfusu katlanarak büyüdü, hâlâ da büyüyor. İstanbul’un çevresine onlarca mahalle ve semt kuruldu. Diyelim ki Roma’da yaşıyorsunuz, evinizin çatısı akıyor, restore etmeniz lazım. Yasal olarak yüzde 50 eski kiremit kullanma zorunluğu var. İstanbul’daysa son dönemde 169 gökdelen yapıldı. Biz 3 bin yıllık İstanbul’u yedik, yok ettik. Bugün nüfusu 16 milyon. Dünyada hiçbir tarihi şehrin nüfusu beş milyonu geçmez. İstanbul’la beraber kurulmuş olan Roma’nın nüfusu 2.7 milyon ve nüfusu dondurdular. İmparatorluk başkentleri olan Viyana 2 milyon, St. Petersburg 4.5 milyon. Tarihi şehrin nüfusu arttığı zaman tarihi yok etmeye başlıyorsunuz. İstanbul’da yok edilen tarihin haddi hesabı yok. Zaten İstanbul’daki suni nüfus artışı Beyoğlu çevre mahallelerini de etkiliyor. Üniversitede mimarlık eğitimi gördüm, doktora sırasında iki sene Almanya’da 12. yüzyılda yapılmış ortaçağ kentlerinin restorasyonunda çalıştım. Biz orada santimin hesabını yaparken, burada o binalar yıkılıyor, yok ediliyor. Mesela İstanbul’daki Rüstem Paşa Camii kentteki en şık camilerden biridir ama kapısının önüne lokanta açmışlar, içeriye lokantadan giriyorsunuz. Demir Özlü, “Beyoğlu’nun ölümü, İstanbul’un ölümüdür” diyor. Ben bir adım ileri götüreyim bu sözü: İstanbul’un ölümü, Beyoğlu’nun ölümüdür. Zira Beyoğlu bu işin bir parçası.
Kitapçılara, tiyatrolara, kütüphaneye, baleye, operaya kim gidecek?
Beyoğlu, Osmanlı kültürünün son halkasıydı ve bitti. O dönemden Beyoğlu Caddesi’nde günümüze kalan 200’den fazla kültür varlığı bulunuyor. Bu yapılardan 10 sefaret sarayı, 27 pasaj, 10 otel, 10 mektep, 4 sosyal dernek, 10 kamu binası, 30 han, 20 apartman, 30 dini yapı günümüze sağlam bir şekilde kaldı. Beyoğlu’nda en iyi muhafaza edilen binalar sefaret sarayları. Hem bakımlı hem de çok güzel yeşil alanları var. Ama Taksim Meydanı büyük bir sorun. AKM de yıkıldıktan sonra uçsuz bucaksız bir beton alan haline geldi. Beyoğlu’nun eski haline dönme ihtimali yok, artık eski popülerliğini yakalayamaz çünkü İstanbul artık o popülerliği yakalayamaz.Esenler’de yaşayanları İstanbul’a gelmesi için eğitmemişsin ki o insan kalkıp Beyoğlu’nu düzeltsin. O insanın böyle bir kültürü yok. Onun için önemli olan şey, Bağcılar meydanına gitmek. Ülkedeki eğitim düzeyiyle Beyoğlu’nun kültürünü ve sanatını tekrar kazanma ihtimali yok. Gelin hayal kuralım: Bugün Taksim’de AKM’nin açıldığını düşünün. Beyoğlu’nda da 20 tiyatro sahnesi tiyatro gruplarına tahsis edilsin. Yine 20-25 kitapçı açılsın. 10 tane de büyük kütüphane kurulsun. En büyük sorun ortada duruyor. Kitapçılara, tiyatrolara, kütüphaneye, baleye, operaya kim gidecek? Ülkemizde yetişen gençliği kültür içinde yetiştiremedik ki. Çocukluğundan beri sanat ve kültür içinde yetişmemiş bir neslin bu saatten sonra kültürlü olacağını beklemek tamamen hayal. Dünya klasiklerini okumamış bir nesilden ne umudunuz var ki?
Lale Sineması: Beyoğlu’nda sinemaların parladığı dönem, 1930’lu yıllardı. İstiklal Caddesi No: 57’deki Lale Sineması, 1930’da açıldı. Gala filmi olarak, Tino Rossi’nin ‘Paris Işıkları’ seçilmişti. Gala gecesi, tüm Beyoğlu Caddesi’nde araba park edecek yer kalmamıştı. 6-7 Eylül olayları, Beyoğlu yaşantısını ve eğlence hayatını bıçak gibi kesti. Lale Sineması’nın müşterisi Beyoğlu’ndan çekildi. Salonda tiyatro, rEvü ve konser gibi gösteriler denendi ama yine de müşteri bulunamadı. Beyoğlu’nun sinema seyircisi, 1960’lı yıllarda Osmanbey ve Nişantaşı semtlerine kaydı.
Roıse-Noıre Gece Kulübü: İstiklal Caddesi No: 56’da 1920’de kuruldu. Burayı kuran Beyaz Rus göçmeni Weinbaum’du. Kulüpte siparişleri alanlar arasında Rus prensesleri ve asilzade ailelerden gelenler vardı. İstanbul işgal altındayken işgal güçlerinin komutanları ve subayları mekânın devamlı müşterileriydi. Cumhuriyet sonrasında Beyaz Ruslara karşı olumsuz bir hava oluştu. Hükümet, Türk vatandaşı olmayanların ülkeden gitmesini istedi. İşletmecilik, müzisyenlik, garsonluk gibi birçok mesleğin yabancılar tarafından yapılmasını kanunen yasakladı. İşgal sırasında işgal güçlerinin Weinbaum’un işlettiği lokalde eğlenmesi rahatsızlık vermişti. 1929’da Weinbaum’a bir pasaport verilerek ülkeden gönderildi. Roise-Noire, Beyoğlu tarihindeki yerini aldı.
Beyoğlu’nun bir konsepte ihtiyacı var
Peki ne yapacağız? Cumhuriyet devrinde İstanbul’a vize mi vereceğiz? Tabii ki hayır. Yeni yerleşim alanı açmazsanız şehrin nüfusunu durdurabilirsiniz. İstanbul’la daha bir 3 bin yılınız daha var mı? Hayır. Roma’ya 34 milyon turist gelirken, İstanbul’a 10 milyon turist gelmiyor bile. O şartları yaşatmıyoruz ki. Kentlerde her bölgenin bir dönemi vardır. Kimi uzun sürer, kimi kısa. Beyoğlu Caddesi onu yıldız yapan unsurları kaybetti. Üstelik son dönemde cadde Araplaştı. Bugünkü Beyoğlu, Araplara ait. Beyoğlu kültürüne sahip işletmeciler zaman içinde yok oldu, onların yerine kurulan işletmeler de çabuk yoldan para kazanmak için çizgiyi aşağıya düşürdü. İstatistiklere göre, Batılı ve para harcayan turist kaçıyor. İstanbul halkı da Beyoğlu’ndan çekiliyor. Araplar gidince caddede ne kalacak? İstanbul çok sahipsiz bir şehir.