Güncelleme Tarihi:
Akdeniz sahili boyunca yol alıyoruz. Yollar kalabalık. Herkes bir an önce kendini denize atıp serinleme derdinde. Dünyaca ünlü plajımız Kaputaş’ta iğne atsan yere düşmeyecek bir kalabalık var. Bizim ise hedefimiz İztuzu Plajı... Tıpkı insanlar gibi ‘Caretta caretta’ yavrularının da bir an önce kendilerini Akdeniz’in sularına bırakma dönemi. Onları İztuzu’ndan denize uğurlamayı hedefliyoruz.
Amacımız sadece onların hayat yolculuklarının başlangıcına şahitlik etmek değil. Onlar aynı zamanda iklim değişikliğinin canlıların yaşamını nasıl etkileyeceğinin somut örneği. Çünkü hayatları sıcaklığa bağlı.
Kaplumbağaların kuluçkaları mayıs ortalarında başlıyor ve 60 gün sürüyor. Bu sürede, 29.5 derece ortalama sıcaklıkta, yavruların cinsiyeti, yarısı dişi-yarısı erkek olarak beliriyor. Sıcaklık ortalaması 29.5 derecenin üstüne çıktığında yavrular dişi, altında kaldığında ise erkek oluyor. Bu ortalama 34 derecenin üstüne çıktığında ise yavrular ölüyor.
Pamukkale Üniversitesi Biyoloji bölümünden Prof. Dr. Yakup Kaska ve ekibi, Türkiye ve dünyanın çeşitli ülkelerinden gelen öğrenci ve gönüllülerle birlikte yıllardır Ortaca’daki İztuzu Plajı’nda yumurtlayan ‘Caretta caretta’ların korunması için nöbet tutuyor. Onlarla birlikte yavruları yolcu ediyoruz Akdeniz’e.
Yavruların kimi acemice, kimi hızlı ve kararlı bir şekilde, kimi de şaşkın halde İztuzu Plajı’nın kumlarında hayata başlıyor. Doğdukları bu noktaya bir daha sadece yumurta bırakmak için dönecekler. Tabii eğer bırakabilirlerse...
Aşkını arayan ama bulamayan kaplumbağalar
Prof. Dr. Kaska ve ekibindeki bilim insanları son yıllarda yuvalardaki artan sıcaklık nedeniyle, yavruların yüzde 80 civarında dişi olarak denizlere açıldığını söylüyor. Bunun dünya genelinde böyle olduğunu belirten Kaska, “Her beş kaplumbağa yavrusundan dördü dişi olarak denizlere açılıyor. Kaplumbağalar buna çözüm üretmeye çalışıyor. Bazen yuvalarını daha derin kazdıklarını görüyoruz. Bu durumda da yavru kaplumbağalar kumdan çıkamadan ölüyor. Öte yandan, son yıllarda daha uygun yerler arayışında oldukları da gözlemleniyor. Örneğin artık her yıl Çeşme civarında kaplumbağa kaydı almaya başladık” diyor.
Kaplumbağaların bu sorunun üstesinden tek başına gelemeyeceğinin de altını çiziyor Kaska: “Bu hayvanlar çok daha zor dönemlerden geldiler. Buzul çağını yaşadılar, ısınma dönemlerini atlattılar. Ancak onların bu koşullara hazırlanması binlerce yıl sürmüştü. Bu kadar kısa zamanda böyle bir değişiklikle tek başlarına baş etmeleri mümkün değil. Kaldı ki, gelecekte yumurta bırakacakları kumsalların da deniz seviyelerinin yükselişiyle su altında kalması söz konusu. Tüm canlılar olarak, zor bir döneme giriyoruz.”
Kanserin göl üzerindeki fotoğrafı
Akdeniz kıyılarından içerilere yöneliyoruz. Burdur’a doğru. Akdeniz iklimi, yol aldıkça yavaşça değişen ağaç ve canlı çeşitliliğiyle birlikte, yerini bozkır iklimine bırakmaya başladı. Burası Göller Bölgesi. Burdur Gölü ise bulunduğu bölgenin kalbi niteliğinde. Bütün hayat, onun varlığına bağlı.
Ancak ne var ki, küresel ısınma ve bilinçsiz su kullanımı nedeniyle sulak alanlar giderek azalıyor. Doğa Derneği’nin 2015 tarihli araştırmasına göre Türkiye’de son 60 yılda, Marmara Denizi’nin iki katı büyüklüğüne denk gelen, 2 milyon hektarlık sulak alan kurudu. 120 doğal göl ve göletler de risk altında. İşte onlardan biri de Burdur Gölü.
Göle artık hiçbir dereden su girişi olmuyor. Yeraltı suları da kuyularla çekildiğinden, göl neredeyse hiç beslenemiyor. Sonuç: Yılda 45 hektometreküpten fazla (19 litrelik damacanalardan yaklaşık 3 milyar adet) buharlaşmayla çok hızlı su kaybediyor. Göl seviyesi son 30 yılda 12 metre alçaldı. Yüzey alanı 228 kilometrekareden 153 kilometrekareye geriledi. Yani göl 75 kilometrekare, diğer bir ifadeyle üçte bir oranında küçüldü. Bu hızla giderse, 2040 yılından itibaren Burdur Gölü, yerini koskocaman bir boşluğa bırakacak. Elbette insan da bu değişimin sonuçlarından muaf değil.
Önce etrafını dolaşıyoruz arabayla. Kuruyup çatlamış göl tabanının üzerinde gezerek fotoğraf çekiyoruz. Gölün kaderini değiştirmek için yıllardır canla başla didinen Lisinia Doğa Çiftliği’ne doğru giderken, birden göl üzerinde perde gibi bir toz bulutu uzayarak karşıdaki Burdur’a doğru yol oluyor adeta. Fotomuhabiri arkadaşım Sebati Karakurt’a “Bunu çekmeliyiz” diyorum telaşla. Bu, yıllardır anlatılan ama fotoğraflanamayan bir şey. Rüzgâr aslında kuruyan göl tabanından şehre sadece toz değil, kanserle birlikte birçok hastalık taşıyor. Yıllarca göl tabanında biriken tarımsal kimyasallar ve evsel atıklar, suyun çekilmesiyle artık açığa çıkıyor. Rüzgârla taşınan bu toz, hatalarımızın bedelini taşıyor şehre işte.
Öztürk Sarıca, Lisinia Doğa Çiftliği’ni Burdur Gölü’nü kurtarmak için kurmuş. Burada, su istemeyen aromatik bitkilerle hem bölgenin tarım desenini değiştiriyor hem de bu ürünlerin özünden şifa veren, doğal ürünler üretiyor. Veteriner hekim olduğu için civarı köy köy, ev ev biliyor. Uzun yıllar homeopati eğitimi almış. Hastalıklarla doğal yollarla mücadeleyi savunuyor. Bunun nedeni ise ailesinden altı kişiyi kanser yüzünden kaybetmesi. Son beş yılda bölgede, göldeki kurumaya bağlı rahatsızlıkların yüzde 500’den fazla arttığını söylüyor.
Su gitti, artık burası karantina bölgesi
Daha içerilere doğru yol almaya başlıyoruz. Uçsuz bucaksız Konya Ovası’nı dolaşacağız. İklim değişikliği modellemelerine göre İç Anadolu, Akdeniz’le birlikte bu sorundan en fazla etkilenen bölgelerimizden olacak.
İlk durağımız Eşmekaya Sazlığı... Burası 1990’larda öylesine güzel bir yermiş ki, 1992 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından 1. Derece Doğal Sit Alanı, 1994’te de Orman Bakanlığı tarafından Yaban Hayatı Koruma Sahası ilan edilmiş. Sazlığa, orada yaşayan çiftçi Ömer Aygül ve belediyedeki görevlilerle birlikte gidiyoruz. Burada artık tek damla su olmadığı gibi, işler tehlikeli bir boyut almaya başlamış. Bu ayın başında Eşmekaya Belediyesi’nden ve vatandaşlardan 112 çağrı merkezine yangın, gaz ve koku ihbarı gitmiş; Başbakanlık Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı’ndan yardım istenmiş. Bölgede artık çöl olarak bilinen Eşmekaya Sazlığı şimdi karantina bölgesi.
Su gidince zemindeki çökmeyle meydana gelen yarıklardan şimdi hidrojen sülfür, amonyak, karbonmonoksit, organik bileşimi gazlar çıkıyor. Zeminin üzerindeki bitkiler durup dururken, gözlerimizin önünde alev almaya başlıyor. Üzerimde büyük bir ısınma hissederken, görevlilerin elindeki ölçüm aletinin çıldırırcasına bağırmasının ne anlama geldiğini soruyorum. Elinde cihaz, yüzünde maskeyle alanda ölçüm yapan yetkili “Bir an önce kaçın buradan!” diyor. Biraz daha durursak yanacağımı hissediyorum zaten. Ayakkabılarımızın altı erimiş, pantolonlarımız aşırı ısınmış bir şekilde alandan ayrılıyoruz.
Dönüşte Ömer Aygül, bir zamanlar değirmen olan 15 kadar yıkıntıyı gösteriyor. Eskiden karşıya kayıkla geçtiklerini, gezdiğimiz yerlerdeki ağaçlık ve yeşilliğin de aralarına girilemeyecek kadar sık ve gür olduğunu anlatıyor.
Orta Anadolu’da yitirdiğimiz sulak alan yalnızca Eşmekaya değil. Bu kez Konya’daki Meke Gölü’ne gidiyoruz. Yol boyunca uçsuz bucaksız şekerpancarı tarlalarının arasından geçiyoruz. Hemen hepsi yağmurlama yöntemiyle sulanıyor. Ovadaki susuzluğun en büyük nedenlerinden birine tanıklık ediyoruz böylece. Çünkü 30 yıldır Türkiye’nin en kurak havzası olan Konya Havzası’nda şekerpancarı, mısır, yonca gibi en fazla su isteyen bitkileri yetiştiriyoruz.
Üç Van Gölü kadar sulak alan yok oldu
Meke Gölü’ne vardığımızda bu durumun sonuçlarından biriyle karşı karşıyayız artık. Buraya bir zamanlar görünümü nedeniyle ‘Anadolu’nun nazar boncuğu’ da deniyordu. Yüksekçe bir tepenin ortasındaki başka bir tepenin etrafını saran mavi su, gerçekten de nazar boncuğunu andırıyordu. Şimdi ise çevresi bembeyaz... Artık sadece yağışlı dönemlerde suyu oluyor.
WWF Türkiye’nin (Doğal Hayatı Koruma Vakfı) verilerine göre nazar boncuğumuzla birlikte Tuz, Akşehir, Eber, Suğla, Amik, Kestel, Gâvur gölleri ve Hotamış Sazlığı Türkiye’de son 30 yılda kaybettiğimiz göller arasında. Toplam bilançoya bakınca ise son 30 yılda Van Gölü’nün yaklaşık üç katı büyüklüğünde, 1 milyon 300 bin hektar sulak alan kaybedildiğini görüyoruz. Geriye kalan 1 milyon 250 bin hektarlık sulak alanda da su kaybı hızla sürüyor.
Erciyes’e ‘uzaklaştıkça yakınlaşan, yakınlaştıkça uzaklaşan dağ’ yakıştırması yapılır. 3 bin 916 metre yüksekliğindeki heybetiyle, Kayseri’ye daha 50 kilometre varken, birdenbire çıkıyor karşımıza. Alpin kuşağı (Avrasya’nın güney kenarı boyunca uzanan bir sıradağ sistemi) temsil ediyor yüksekliğiyle. Eski ismi, başında hiç eksik olmayan buzul nedeniyle, ‘Beyaz Duvak’. Peki şimdi? 10 yıldır buzul yok. Bu, sadece Erciyes’in yaşadığı bir durum da değil.
Dağlarımız eriyor
Hacettepe Üniversitesi Jeoloji Mühendisliği bölümünden Prof. Dr. Attila Çiner’in Türkiye Jeoloji Bülteni’nde yer alan makalesine göre Türkiye’nin dağlarındaki buzulların erime hızı artık gözle görülebilir düzeyde. Bilinen buzul seviyeleri, dağların zirvesi yönünde hızla küçülüyor. Bu, alpin kuşakta yaşayan canlıları da yakından etkiliyor. Örneğin yükseklerdeki küçük su birikintilerinde yaşamını sürdüren Anadolu dağ turnaları, bu birikintilerin yok olması nedeniyle tükenmenin eşiğinde. Tüm Anadolu’da bu kuşlardan sadece 15 çift kaldığı biliniyor.
Böcek istilası ve yangın
Orta Karadeniz’den başlayıp doğuya doğru yol alıyoruz. Önce, nem ve yağışların giderek artması beklenen Karadeniz’de iklim değişikliğinin izlerini arıyoruz. Karşımıza kelebeğe benzeyen; bahçeleri, bostanları, ormanları dolaşmış; sevimli ve güzel görünen bir canlı çıkıyor. Gövdesine yapıştığı bitkinin özsuyunu emip kurutuyormuş meğer bu ‘Ricania japonica’lar (27 Ağustos 2017 tarihli Hürriyet Pazar’da detaylı haberini yazmıştık).
Ta Japonya’dan Soçi’ye getirilen fidelerle gelmiş önce. Orası soğuk olduğundan tutunamamış. Nemli ve sıcak bölgeye doğru yayılmaya başlamış. Gürcistan’dan girmiş, Türkiye’de deniz boyunca nem ve yağışla ilerlemiş. İklim değişikliği, ortamı onun daha da sevineceği bir hale getiriyor. İstanbul’da Sarıyer’in köylerine kadar ulaşmış durumda. İlaç fayda etmiyor. Birçok yerde insanlar çaresiz.
Uzmanlar bunun ilk olduğunu söylüyor. Nasıl Akdeniz’deki ısınmayla ısı bariyeri kalkınca, Süveyş Kanalı’ndan geçerek tropik denizlerden gelen yabancı türlerin istilası yaşanıyorsa (Akdeniz’de şu anda 1000’e yakın yabancı tür olduğu tahmin ediliyor), aynısının Karadeniz’de de yaşanabileceği düşünülüyor. Yapılan çalışmalar, sıcaklık artışlarının ormanlarda istilacı türlerin ve yangınların artmasına neden olacağını gösteriyor.
Seyahatin sonunda, Anadolu’nun doğasındaki çöküş emarelerinin son derece belirgin hale geldiğini fark ediyorum. Bir ağacın güzelliğine, gölün üzerindeki günbatımına bakıp her şeyin halen yolunda olduğunu düşünebiliriz. Ancak şuna emin olun ki, besin zincirinin en altında baş gösteren değişim ve kaosun günlük hayatlarımıza etkilerini görmek o kadar da uzun sürmeyecek...
2016 NASA verilerine göre 2016, en sıcak yıl olarak tarihe geçti.
1 DERECE DAHA SICAĞIZ
Atmosferdeki sera gazları ppm (milyon parçacık sayısı) işe ölçülüyor. Sanayi Devrimi öncesi 267 ppm olan atmosferdeki sera gazı toplamı, fosil yakıt kullanımıyla 400 ppm seviyesinin üstüne çıkmış durumda. Bu da atmosferdeki karbondioksit, metan ve nitart konsantrasyonlarının en az 800 bin yıl önceki seviyelerin üstüne çıktığı anlamına geliyor. NASA'nın verilerine göre 2016 yılı sonu itibarıyla, Sanayi Devrimi öncesiyle karşılaştırıldığında, küresel sıcaklık ortalaması 1 santigrat derece arttı.
TÜRKİYE'NİN ÇABASI YETERSİZ BULUNDU
2015’te Paris’te düzenlenen Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Konferansı’nda (COP21) kabul edilen Paris Anlaşması, Türkiye’nin de aralarında bulunduğu 197 ülke tarafından imzalandı. Anlaşmayla ısı artışı 2 derecenin olabildiğince altında (mümkünse 1.5 santigrat derecede) dizginlenmeye çalışılacak. Anlaşma öncesinde, Türkiye de birçok ülke gibi sera gazı emisyonu azaltma planlarını içeren INDC belgesini sundu. Ancak bu belge hem ulusal hem de uluslararası pek çok kurum tarafından yetersiz bulundu. Ülkelerin sunduğu bu planları inceleyen Climate Action Tracker’ın uluslararası araştırma analistlerinin değerlendirmesi özetle şöyle: Türkiye’nin sera gazı emisyonlarını 2030’a kadar yalnızca yüzde 21 azaltma hedefi, küresel sıcaklık artışını 2 santigrat derecenin altında tutma yolunda, kendisine düşen görevi yapan adil bir hedef ortaya koymamış durumda.
BUZULLAR ERİYOR
ABD Ulusal Kar ve Buz Veri Merkezi’nin 2016 raporlarına göre 1979’dan bu yana yılda ortalama 34 bin 964 kilometrekare deniz buzu eriyor. Bu nedenle 1901’le 2010 yılları arasında deniz seviyesi ortalama 0.19 metre yükseldi. Sadece son 50 yıldaki yükselme, 2 bin yılın toplamından daha fazla.
EKONOMİK KAYIPLAR ARTIYOR
İklim kaynaklı afetlerin, İstanbul’un da aralarında bulunduğu 19 şehirde önemli ekonomik kayıplara yol açacağını ortaya koyan çalışmalar söz konusu. İspanya’daki Bask İklim Değişikliği Bilim Merkezi’nin Mart 2017’de yayımlanan çalışmasına göre Türkiye’de İstanbul, İzmir ve Ankara, sırasıyla iklim değişikliği yüzünden en çok mali kayba maruz kalacak ilk üç şehir. Veriler İstanbul’un 2030 yılında, yıllık ortalama 201 milyon dolar hasarla yüz yüze kalacağını söylüyor. Fosil yakıtlardan vazgeçilmez ve dolayısıyla iklim değişikliği durdurulamazsa 2100’de bu rakam yıllık 10 milyar dolara kadar çıkacak.
GEZEGENİN KADERİYLE OYNAYAN ŞİRKETLER
Sonuçları geçen hafta Climatic Change adlı bilim dergisinde açıklanan ‘Isı Artışı ve Deniz Seviyesindeki Yükselmenin Ardındaki Sorumlular’ (Tracing Who’s Responsible for Temperature Increase and Sea Level Rise) adlı çalışmanın sonuçları çarpıcı: Sermayesinin yüzde 50’den fazlası kamuya ait olan 31 şirket ve ayrıca 50 özel şirket, karbon emisyonunun yüzde 57’sinden sorumlu. Özel şirketlerden BP, Shell, Total Chevron, Conoco Phillips, ExxonMobil ve Peabody; diğer gruptan ise Coal India, Gazprom, Kuwait Petroleum, Pemex, Petroleos de Venezuela, National Iranian Oil Company ve Saudi Aramco raporda sayılanlar arasında.