Güncelleme Tarihi:
İstanbul-Berlin uçuşu soru işaretleriyle dolu. İki ülke arasında, bizdeki referandum sürecinden beri devam eden diplomatik tansiyon, havaalanı görevlilerine de yansımış mıdır acaba? Hiç de öyle bir işaret yok. Uçuşlar belli ki gerginliğe dahil değil. Ama toplumlar, meseleyi enine boyuna tartışmayı seviyor. Tegel Havaalanı çıkışında bindiğim taksinin şoförü Bay Otto, “Neler oluyor” diye soruyor: “Neden bu gerginlik?” Ben de aynısını soruyorum ona. Makul cevaplar bulamıyoruz. Sohbet, karşılaştığımız mekân gereği, havaalanlarına kayıyor. Bay Otto, her Berlinli gibi, Berlin’deki havaalanı inşaatının yıllarca rötar yapmasından şikâyetçi. Bana da bu konuda biz gereğinden hızlıymışız gibi geliyor...
Sonuçta iki ülkenin de ortak bir iddiası var: Yeni ve görkemli havaalanlarıyla, uluslararası trafikten daha fazla pay almak; bir yerden gelenler, bir yere gidenler illa ki kendi topraklarından geçsin istiyorlar.
Gelip geçmek yerine o topraklara yerleşenler de var. En başta mülteciler elbette... Türkiye’nin büyük fedakârlıkla evsahipliği, Avrupalılarınsa daha çok tartışma konusu yaptığı Suriyeli, Iraklı, Afganistanlılar... Batı Avrupa’da en çok mülteciyi kabul eden Almanya’da da bu konu çok canlı. Sergiler, sempozyumlar, gazete manşetleri ‘mülteci sorunu’ üzerine...
Bu tartışmayı sürekli diri tutan, son yıllarını ve işlerini bu gündeme adayan bir süperstar sanatçıyla, Çinli Ai Weiwei’yle tanışmak için buradayım. Çünkü o da gelip geçmek yerine, Berlin’e yerleşmeye karar verdi. Karısı ve sekiz yaşındaki çocuğuyla iki senedir Alman başkentinde yaşıyor. Onun buradaki varlığı Almanya’nın çekim merkezi konumunu da güçlendiriyor. Muhtemelen bir havaalanından daha da fazla...
Bir Ortaçağ mahzeni gibi
Neredeyse nefes almadan üretiyor Ai Weiwei. New York’tan Prag’a dünyanın dört yanında sergiler için Berlin’de, Prenzlauer Berg’deki dev atölyesinde çalışıyor. Eski bir bira fabrikasından bozma atölyeye, bir Ortaçağ mahzenine girer gibi dar, yüksek ve karanlık merdivenler kullanarak iniyoruz. Vardığımız alan bir yeraltı krallığı. Sonsuza giden yüksek tavanın altında, taş duvarların arasında küçücük kalıyoruz. Işık dolu bir ufak avluda (oraya ışığın nasıl döküleceğini sanatçı ayarlamış) bir nefes aralığı var. Geriye kalan her bölme, ambalajlanmış, kutulanmış, gezegenin bir ucundaki sergilere gitmek için hazırlanmış eserlerle dolu. Neredeyse bir İkea deposu gibi.
Sonra sanatçıyı görüyoruz. Sabahın mahmurluğunu üzerinden atmış, atölyenin kalbinde, ekibinin arasında çalışıyor. Hemen arkasında onu değerli bir Çin porselenini parçalarken gösteren ünlü fotoğrafları var.
Dünyanın en sansasyonel sanatçısı dünyanın en sakin insanı da olabilir mi? Yaptığı her işle fırtınalar koparan, toplumsal hayatın en can yakıcı konularını neredeyse gözümüze soka soka anlatan, sivri dilini iktidar odaklarından sakınmayan Çinli Ai Weiwei, işte karşımda... Elinde bir fincan çay, sanki kendi düşüncelerini dinler gibi, mırıl mırıl konuşuyor.
Üzerinde bol, rahat bir gömlek; ayaklarında yumuşak ev ayakkabıları... Evinin mutfağı rahatlığında oturuyor atölyesinde (söylediğine göre zaten evinden çok atölyesinde oturuyor). Arkadaşça bir havası var. ‘Günümüzün Picasso’su’ ya da bir süperstar mesafesinde değil. İlgiyle dinliyor herkesi (bizler, Sabancı Müzesi’nin davet ettiği bir gazeteci grubu olarak oradayız).
En büyük değer özgürlük
Temposu dünyamızın biraz dışında. Halbuki tüm o hırçın işleri ve kavgacı sözlerinden tanıdığımız sanatçının biraz daha yüksek perdeden konuşmasını beklerdim. Her anlamda... Ama o elli yıl boyunca aynı sepeti örmüş, aynı halıyı dokumuş bir zanaatkâr gibi iddiasız konuşuyor. Gönlü rahat. “Hayat beni başka yollara da sürükleyebilirdi” diyor; “Belki Çin’de porselen yapan, bir lokantada yemek pişiren birisi de olabilirdim.”
Ama işte başka dertleri var şimdi. Ağzını açtığında söze özgürlükten giriyor: “Özgürlük her devrin en büyük değeri. Her gün yeni bir mücadele çıkıyor karşımıza. Ama mücadele olmadan özgürlük olmaz.”
Weiwei, ‘özgürlük’ kelimesini ısrarla telaffuz ediyor; çünkü bu sözcük onu alıp çocukluğuna götürüyor. Şair babası Ai Qing’in muhaliflik yüzünden 1959’da ailesiyle beraber sürüldüğü, kuzeyde Rusya sınırındaki ‘yeniden eğitim’ kampına... Kampta özgürlüğü kısıtlanarak büyüyen Weiwei’ye kendini hep bir mülteci olarak mı gördüğünü soruyorum. Uzun uzun düşünüyor. Sonra sadece kamp yıllarında değil, New York’a gittiğinde de, çok değişmiş bulduğu Çin’e yeniden döndüğünde de ve nihayet tek kelime Almanca bilmeden Berlin’de yaşamaya başladığında da mülteci olduğunu kabul ediyor.
İşin aslı şu; dünyanın hakkında en çok konuşulan sanatçısı, sürekli yer değiştirmek zorunda kalan bir mülteci. Evine dönme özgürlüğü şu an için kısıtlanmış değil ama Çin otoriteleriyle başı hoş olmadığı için (2011’de vergi kaçakçılığı iddiasıyla üç ay hapsedildi; salıverildikten sonra pasaportuna da dört yıl boyunca el konulmuştu) hiçbir şeyden emin olamıyor. Dünyada bunca yer varken neden Berlin’e yerleştiğini soruyorum. “Çünkü Almanya fikirlere ilgi duyan bir ülke” diyor; “Burada çok fazla argüman ve tartışma var.”
‘Dava’nın elyazmaları
Zaman çok şeyi değiştirmiş... Görmek için Berlin’de şu an sürüp giden sergilere bakmanız yeterli. İşte Literaturhaus’da yer alan ‘Artık Hiçbir Yere Ait Değilim’ isimli sergide, 2. Dünya Savaşı Avrupası’ndan Brezilya’ya kaçan ve ardından karısıyla intihar eden Stefan Zweig anlatılıyor. Hamburger Bahnhof’ta, 1937’de yine Nazilerden kaçarak Türkiye’ye sığınan dev heykeltıraş Rudolf Belling’in sergisi var. Martin-Gropius-Bau Müzesi’nde eserleri sergilenen Lucian Freud da, 11 yaşında ailesiyle birlikte Berlin’den kaçıp Londra’ya sığınmıştı. Bu sergiler, geçmişteki mültecilere bir saygı duruşu gibi... Bugünküler ne olacak? Hep soru işareti!
Ve yine Martin-Gropius-Bau’daki bir başka olay... Binanın bir başka katında Kafka’nın, Josef K. isimli karakterinin bir sabah durup dururken tutuklanmasını anlatan romanının, ‘Dava’nın elyazmaları sergileniyor. Gezerken ister istemez Türkiye’de gözaltına alınan ve yargılanan gazeteciler geliyor aklıma. Sürüp giden ‘dava’lar... Yeni soru işaretleri...
Ai Weiwei, Türkiye’ye geliyor
Muhalif kimliğiyle tanınan sanatçı Ai Weiwei; heykel, büyük ölçekli yerleştirmeler, film ve mimarlık (hatta müzik) dahil çok geniş bir yelpazede ürün veriyor. Sanatçı önümüzdeki ay, bugüne dek yaptığı çalışmalarından geniş bir seçki ve yeni işleriyle Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi’nin konuğu olacak. Bu, sanatçının Türkiye’deki ilk sergisi ve sergilenen eser sayısı bakımından en büyüğü (yaklaşık 90 eser). Akbank’ın desteğiyle 12 Eylül’de açılacak serginin odağı, Weiwei’nin porselen çalışmaları.