Güncelleme Tarihi:
Üşüyorum ama aslında evdeyim ve içerisi soğuk değil. Kızım giriyor odaya; “Baba neden örttün battaniyeyi dizlerine, üşüyor musun, yükselteyim mi kombinin derecesini” diye soruyor. Ben de o ana kadar bunun hiç farkına varmıyorum aslında. Üşüme sebebimse zaten soğuk değil. Dinlediğim radyo tiyatrosundan öyle etkilendim ki hikâyenin geçtiği o karlı ortamı sanki bizzat ben yaşıyorum.
Graham Greene’in yazdığı ‘İstanbul Treni’ romanından uyarlanan bu radyo tiyatrosusunda kahramanımız Carol, Şark Ekspresi’yle İstanbul’a gitmeye çalışıyor. Trende yolu başka insanlarla kesişiyor. Oyunun bir bölümünde iki kadın heyecanla konuşuyorlar. Ama ben bu karakterlerin birbirlerine söyledikleri sözlere değil, arka plandaki ‘dip ses’ dediğimiz seslere odaklanıyorum. Tren istasyonunun, esen rüzgârın ve ortamdaki tüm hareketlerin sesini duyuyorum.
Radyo tiyatrosunu çok seviyorum. Hatta dinlemediğim oyun yoktur diyebilirim. Tekrar dinlediklerim de oluyor. Her seferinde başka başka sesler duyuyorum, farklı duygular hissediyorum. Bu oyunun en başından itibaren soğuktan söz ediliyor ve ben zihnimin ötesinde fiziksel olarak o ortamı yaşıyorum. “Radyo tiyatrosu mu kaldı artık” diyebilirsiniz ama size hemen şunu söyleyeyim: ‘Hayattan görüntüleri çıkarırsak geriye sesler kalıyor.’ İşte o sesler de benim hayatım oluyor. Doğduğum günden
bu yana uzun metrajlı bir oyun oynuyorum. Çocukken bu oyun önce sesli ve görüntülüydü. Sonra o görüntüler çıktı hayatımdan, şimdi seslerle oynuyorum. Ben size dokunana kadar hepiniz seslerden ibaretsiniz. Her şey önce sesle başlıyor, dokununca cisme dönüşüyor.
Birçok sesin olduğu bu radyo tiyatroları bu yüzden benim için çok özel. ‘İstanbul Treni’ne geri dönersek; karakterler trenin geçtiği yerlerden bahsederken ben de onlarla camdan manzarayı izlediğimi hayal ediyorum. Anlatılanları biraz ben de kafamda kurguluyorum. Senaryoya da bağlı kalıyorum tabii ki. Oyunda kaçanla kaçıyor, kovalayanla kovalıyorum. Çoklu sahnelerde bazı karakterlere kendimi daha yakın hissediyorum. Radyo tiyatrosu olduğu için replikler de daha betimleyici oluyor, kalanı aklımla ben tamamlıyorum. Sıcacık odamda başladığım bu macerada oyunun kahramanlarıyla birlikte üşümeye başlıyorum.
Tren yoluna devam ediyor. Macaristan’da bir şatonun önünden geçiyor, lapa lapa kar yağıyor... Bir kadın ve bir erkek romantik konuşmalar yapıyor ama ben o şatoyu düşünüyorum. Ne kadar gösterişli acaba, etrafında ne var? Neyse ki oyunu yöneten ve yazan unutmuyor bizi. Hem romantizme devam ediyor hem de şatoyu anlatıyor. Birden tren duruyor ama oyun hızlanıyor. Heyecanım artıyor. Bir kaçış, bir kurtuluş... Bir ara her şey ters gidiyor. Derken tren kalkıyor ve yeniden hızlanıyor. Hava yavaş yavaş ısınmaya başlıyor çünkü İstanbul’a geliyor tren. En sonunda ben de kendi hayatıma, evime, gerçeklere geri dönüyorum...
Sadece iyi dileklerim var hayata dair, elimden gelen hiçbir şey yok, tıpkı oyundaki gibiyim. Duyuyorum, dinliyorum, kendimi bu macera dolu yolculuğun içinde buluyorum. Zaten herkes kendi oyunu içinde kendi mücadelesini veriyor. Acısıyla, tatlısıyla yeni istasyonlar bizi bekliyor. Bu süreçte siz de radyoda bir kış tiyatrosu dinlemeye karar verirseniz aman sıkı giyinmeyi ihmal etmeyin.