Güncelleme Tarihi:
Kitabın hemen başından konuşmaya başlayalım. ‘Mutlak Mutluluk Bakanlığı’na Nazım Hikmet’ten bir dizeyle girmişsiniz. Türk okurlar için de güzel bir sürpriz oldu bu. Ne düşünüyorsunuz Nazım hakkında?
- Çok seviyorum Nazım’ı. Onun eserleriyle tanışmak da benim için bir sürpriz olmuştu.
Nasıl tanışmıştınız?
- Yıllar yıllar önce, Seattle’da bir kitabevinde, raflar arasında dolaşırken bir adam geldi. Türk olduğunu söyledi ve henüz tanımadıysam, Nazım Hikmet’in eserlerini okumamı tavsiye etti. Sonra da Nazım’ın bir ‘Toplu Şiirler’ kitabını satın alıp bana hediye etti. Umarım yeni kitabımı okur; belki o da bu anı hatırlayacaktır.
JOHN BERGER BENİM BABAMDI
Bildiğim kadarıyla henüz kaybettiğimiz John Berger, romanınızı ilk okuyan insan ve yeni roman yazmanız için size çok ısrar etmiş. Nasıl hatırlıyorsunuz onu?
- Kitabı ilk o okudu, evet, ismini de ilk o biliyordu. Hatta bir ara bana kitabın adından hareketle ‘Mutlak’ diye sesleniyordu. Çok güzel bir insandı. Edebi, şairane, epik bir açıdan bakacak olursak, benim babamdı diyebilirim.
İlk romanınız ‘Küçük Şeylerin Tanrısı’ 20 sene önce çıktı; onunla Booker Ödülü’nü aldınız, uluslararası bir şöhrete sahip oldunuz. Sonra hep kurgu dışı eserler kaleme aldınız ama herkes sizden yeni bir roman da bekliyordu. Peki siz ikinci bir roman için neden bu kadar beklediniz?
- Hiçbir zaman ‘Yirmi sene durayım da yeni bir roman yazayım’ diye düşünmedim. Hikâye size gelir ve sizin onu beklemeniz gerekir. Bir evren inşa ediyorsunuz ve insanları da içeri çağırıyorsunuz. Karmaşıklığını, sırlarını keşfetmelerini istiyorsunuz. Bu da epey zaman alıyor. ‘Mutlak Mutluluk Bakanlığı’, kendi adıma roman yazımını nereye kadar götürebileceğimi, dünyanın karmaşası ve psikozlu halini ne kadar yansıtabileceğimi görmeye de çalıştığım bir deney oldu.
Fotoğraf: Mayank Austen Soofi
Romanı okuduğumda, bazı kahramanlarda çok derinden gelen şefkati hissettim. Dünyanın bütün yükünün birkaç sıradan kişinin sırtında olduğunu düşündürdü bu. Ama esasen çok karanlık bir dünyada yaşadığımızı da... Siz ne dersiniz bu karanlık için?
- Keşmir’den dün döndüm. Taze taze anlatayım. Karanlığın tam içine girdiğinizde, insanların o karanlıktan biraz olsun neşeyi nasıl çekip çıkardığını görüyorsunuz. Karanlıktaysanız hep ışığı ararsınız. Çabalarsınız. Ama aydınlıkta olduğumuz zamanlarda da bunun karanlığın bir formu olduğunu bilmeyiz. Bu çok ilginç geliyor bana. İşte, romanda o şefkatin geldiğini söylediğiniz insanlar, bir mezarlıkta yaşıyor. Bu, şu an tam da Hindistan’ın içinde bulunduğu hal. Müslümanlar ötekileştiriliyor ve belli bir alana hapsediliyor. Bizim gibi Hindistan projesi içinde olmayanlar sistematik bir şekilde kenara itiliyor. Şu an korkutucu bir yer burası ama yine de muhteşem insanları görebiliyorsunuz.
Biz de bu insanlarla karşılaşmak için yaşıyoruz sanırım.
- İşte ben de bu karanlığa meydan okumak için bu evreni kurmaya çalışıyorum.
Arundhati Roy, Hindistan ve Türkiye’nin otoriter yönetim anlamında birbirine benzediğini söylüyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Hindistan Başbakanı Narendra Modi’yi mayıs ayında ülkesinde ziyaret etmişti.
HİNDİSTAN KENDİ KENDİNİ YEMEK ZORUNDA KALACAK
Hindistan’dan bir arkadaşım, son aylarda ülkesindeki gazetelerde Türkiye ve Erdoğan hakkında çok makale yazıldığını; oralarda Türkiye’nin Hindistan için bir laboratuvar olarak görüldüğünü söyledi. Doğru mu bu?
- Çok doğru. Basında Türkiye’den çok bahsediliyor çünkü Hindistan hükümeti de Türkiye’yi ilgiyle izliyor. Sri Lanka’yı da mesela. Otoriter eğilimler gördüğü yerleri izliyor hükümetimiz; sebebi, onun da otoriter bir sistem kurma yolunda ilerlemesi.
Ama hem yeni romanınıza hem daha önce yazdıklarınıza baktığımızda bunun Hindistan için yeni bir şey olmadığını da görüyoruz.
- Evet yeni değil ama biçim değiştirdi. Geçmişteki laik Hindistan devleti biraz ikiyüzlüydü ve bir toplumu diğerlerinden üstün tutuyordu. Şimdi saklamaya gizlemeye bile gerek duyulmuyor.
Karanlıktan bahsetmişken, geçenlerde okuduğum bir makaleden, liberal siyasetçi ve düşünür Michael Ignatief’ten bir alıntı yapmak istiyorum: “Aydınlanma, hümanizm ve akılcılık, içinde yaşadığımız dünyayı artık yeterince tarif edemez.” Siz de katılır mısınız?
- Hayır, katılmıyorum.
Neden?
- Aydınlanma, hümanizm, sivil haklar gibi kavramlar Batı toplumlarında geliştirilip anayasalara konduğunda, yine aynı toplumlar soykırım yapıyordu, koloniler kuruyorlardı, diğer toplumların her şeyini çalıyorlardı. Yani bu tür aydınlanma bir soykırım gerektirdi. Amerikalılar, yerli halkı yok etti. Avustralyalılar soykırım işledi; Almanlar da. İngilizler tüm dünyada koloniler kurdu. Şimdi, Hindistan gibi bir ülkeden bahsederken mesela, şöyle diyorum ben: Hindistan, dünyanın en güçlü devletlerinden biri haline gelmek istese bile bir artık koloni kuramayacak.
Ne yapacak peki?
- Kendini kolonileştirecek. Hindistan’ın içindeki kabileleri kolonileştirecek, ormanları yok edecek. Kendi kendini yemek zorunda kalacak. Aydınlanma işte bu noktada bir problem yaratıyor. Çünkü aynı hızla iki ayrı noktaya ilerleyemezsiniz. Bunu daha öncekiler gibi, kıtalar arasında yapmak mümkündü. Kendi ülkenizin dışında, kimse görmüyor, seyretmiyorken yapmak mümkündü.
Ama ülkenin içindeyken herkes görüyor...
- Evet, üstelik bu görenlerin yaptığınızı onaylaması da gerekiyor.
Siz Amerikan demokrasisine yönelttiğiniz sivri eleştirilerle de tanınıyorsunuz. Trump dönemi için ne düşünüyorsunuz? Şu anda bir Trump çağında mı yaşıyoruz?
- Hayır, bu bir Trump çağı değil.
Neden?
- Çünkü Trump, sistemin dışından gelen biri. Bizim başbakanımız Narendra Modi ya da sizin cumhurbaşkanınız Erdoğan gibi değil. Trump, ABD’nin müesses nizamına, entelektüel çevresine, istihbarat teşkilatına, medyasına yabancı...
Ama yine de seçilmeyi başardı.
- Çünkü ABD’deki sistemin, örneğin Demokrat Parti gibi işçilerin, sendikaların sesi olması gereken bir partinin ihanetinden doğdu. Bu dışarıdan biri olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Modi örneğin, 1925’ten beri faal olan ve Avrupa faşizminden esinlenen RSS’nin [Rashtriya Swayamsevak Sangh - Milli Gönüllü Teşkilatı] içinden geliyor. Bu teşkilatın ideologu, 1930’da Mussolini’yi ziyaret etmiş ve ondan çok etkilenmiştir. O gün bugün, RSS, Hindistan’ı bir Hindu ülkesinden ibaret kılmaya çalışıyor. Yüz binlerce gönüllüsü; kendi okulları, eğitim sistemi ve basını var RSS’in. Dev bir proje bu ve Hindistan’daki tüm kurumlarda bu teşkilattan insanlar bulursunuz.
Yani Modi sistemin bir ürünü...
- Evet, hem de çok uzun bir hikâyenin ürünü. İktidara geleceği çok önceden belliydi. Umarım bir gün gidecek ama ondan sonra Hindistan’dan geriye ne kalacak bilmiyorum.
Peki siyasette ve toplumda Modi’ye yönelik güçlü bir muhalefet yok mu?
- Modi’nin partisi Bharatiya Janata, oyların sadece yüzde 30’unu almasına rağmen parlamentoda çok daha büyük bir güç elde etti. Ama problem, muhalefetin, başta Kongre Partisi’nin de bu sistemi oluşturmak için çalışmış olması. ‘Pek bir muhalefet yok’ diyebilirim.
Nasıl bir gelecek bekliyor Hindistan’ı?
- Söylemesi zor. Bu gidişin seçimle değişeceğini sanmam. Ama ekonomi duvara çarpmak üzere. Delhi’de yaşayınca görüyorsunuz, kırsal kesimdekiler gün be gün şehre akın ediyor. Bazı insanlar intihar ediyor. Ama bu yoksul insanlara ‘Hindu milleti için bu fedakârlıkları yapmalısınız’ deniyor. Şimdilik katlanıyorlar. Ama ne kadar sürer, gerçekten bilmiyorum.
ESAS KORKU SOKAKTA
İki sene önce Moskova’da, oyuncu John Cusack ve aktivist Daniel Ellsberg [1971’de Vietnam Savaşı sırasında, ‘Pentagon Papers’ diye bilinen askeri belgeleri basına sızdıran analist] ile birlikte, Edward Snowden’ı [Amerikan istihbaratına dair belgeleri ifşa eden eski CIA çalışanı] ziyaret ettiniz. Ne düşünüyorsunuz Snowden hakkında?
- Snowden’ın yaptığı, muhalif bir eylemdi. Ama o, ABD’ye gerçekten inanan bir insan. CIA’in yaptıkları yüzünden ciddi hayal kırıklığına uğramış biri. Yaptığı çok önemli bir iş ama ben bu mekanizmanın reforme edilebileceğine inanmıyorum. Tarihi de yeniden icat edemeyiz. Meselenin aslının Hiroşima, Kore, tüm Latin Amerika, Vietnam, İran ve daha upuzun bir listenin tümü olduğunu anlamamız gerekir. Yani konu sadece gözetlemekten, her yaptığımızın kayıt altına alınmasından ibaret değil. Snowden’ın başardığı, gözetlemenin işgalci doğasını gözler önüne sermek oldu. Ama ben size mesela Hindistan hükümetinin daha farklı olduğunu söyleyemem. Keşmir’deki insanlar da bu sıkıntıyı yaşıyor. Her bir telefon konuşması, her bir Facebook mesajı kontrol ediliyor. Facebook’un kendisi CIA’ye istediği bilgileri veriyor. Biz kendimiz de veriyoruz; internet üzerinden. Her şeyi yazıyoruz. Sisteme kendi zincirlerimizle bağlıyız.
Peki komşusunu ihbar eden sivil muhbirler var mı ülkenizde?
- Muhbir komşuya ihtiyacınız yok. Çünkü zaten Facebook var. Cep telefonları ve internet var. Şimdi bir problem de devletin içinin boşalması. Çeteler var artık. Linç için dışarı çıkan insanlar, WhatsApp gruplarından söylenti yayanlar var... Ölüm tehditleri var. Kafasına göre düzeni sağlamaya çalışanlar var. Keşmir’de insanlar ordudan korkuyor. Hindistan’da ise korku sokakta. Toplumun fertlerinden korkuluyor. “Bu vatan hainidir, şunu öldürmek gerekir” diyenlerden korkuluyor.