Güncelleme Tarihi:
Katalunya Meydanı civarındaki ufak tefek işlerimi hallettikten sonra, insan selinden bir an evvel kurtulmak için hızla geçiyorum Las Ramblas’ı. Burası hep böyledir, günün her saati dolup taşar. Şehrin en turistik, en kalabalık caddesi.
Sagrada Familia’nın oralarda, arkadaşım Ogo ile buluşuyorum. Yemek yiyip laflıyoruz biraz. Vedalaşmamızın üstünden birkaç dakika geçmeden, Ogo’dan bir mesaj geliyor telefonuma:
“Las Ramblas’da terör saldırısı olmuş, kalabalık yerlerde dolaşma!”
Barselona’dayım. Fakat ben bu hikâyeyi daha evvel İstanbul’da da yaşadım.
İbn-i Haldun “Coğrafya kaderdir” demiş ya hani. İnsan böyle zamanlarda düşünmeden edemiyor; o kader, nereye gidersek gidelim, bir gölge gibi yanımızda gelir mi?
Bir yandan eşimi dostumu arayıp vaziyetlerinden emin olmaya çalışırken, bir yandan da alelacele evime geçiyorum.
Sonrasını kolayca tahmin edebilirsiniz. Nicedir aynı çilenin çekenisiniz.
Televizyonun başında nefesim kesilerek bazı gerçekleri ve bazı yalanları izliyor; ölenler için üzülüp, hayatta kaldığım için seviniyorum. Bu sünepe sevince leş gibi bir utanç refakat ediyor. Çağımızın vebası utanç ve beraberinde taşıdığı o garip suçluluk duygusu, sefil bir mikrop gibi yayıldıkça damarlara, başkaları ölürken hayatta kalmak bile insana ağır geliyor.
Derken Türkiye’den eşim dostum telaş içinde aramaya başlıyor. Yıllardır birbirimizi hatır sormaktan çok hayatta olup olmadığımızı kontrol etmek için aramaya alıştık. “Alışmayalım” demiştik ama... Alıştık.
İnsan acayip varlık, zamanla her şeye intibak ediyor. Dostlarını “Hayatta mısın?” diye sormak için aramaya da, aradığı bazı telefonların artık açılmamasına da...
Barışın şehri
Her zaman neşeyle cıvıldayan güzelim Barselona‘ya yayılan keskin siren sesleri, kalbimi ince ince rendeliyor.
Ama teselli veren serinlikler de var.
Saldırıdan sonra Barselona Belediye Başkanı Ada Colau yaptığı ilk açıklamada, “Barselona barışın şehridir. Terör yüzünden kendimiz gibi olmaktan vazgeçecek değiliz” diyor.
Taksiler ücretsiz yolcu taşıyor. Şehrin başka mevkilerindeki oteller, saldırı bölgesine yakın otellerde kalan turistleri ücretsiz ağırlayacaklarını açıklıyor.
Psikologlar olaydan etkilenenler vatandaşlara gönüllü destek vermeye başlıyor.
Facebook’ta insanlar ihtiyaç sahiplerine evlerini açacaklarını duyuruyor.
Barselonalılar yaralılara kan vermek için hastaneye koşunca, hastane yetkilileri fazlasıyla kan bağışı aldıklarını, hatta dolup taştıklarını, daha fazla istemediklerini ilan ediyor.
Kimse ilk iş birbirinin gözünü oymaya soyunmuyor. Farklı kutuplarda siyasi mücadele verenler bile, evvela acıyı birlikte göğüslemeye ve şehirdeki kardeşlik duygusuna sahip çıkmaya çalışıyor.
Etrafıma bakınca kederli ama birbirine tutunmaya çalışan insanlar görüyorum ve içimden şöyle diyorum:
Barselona, seni seviyorum.
Dünya koca bir yetimhane
Tuhaf bir atmosfer var şehirde; herkes dehşet içinde ama sanki bir taraftan da aslında kimse olan bitene tümüyle şaşırmıyor. Paris’teki saldırıdan sonra, tekmil Avrupa şehri teyakkuzdaydı. Herkes artık hiçbir yerin yeterince güvenli olmadığının farkındaydı. Hepimiz aynı gemide olduğumuzu anlamıştık yani. Ama işte anlamamız biraz zaman aldı.
Bunu idrak etmenin çok da kolay olmadığını kendimden biliyorum. Ankara katliamı yaşandığında, bir yazar evinin konuğu olarak Çin’in Şangay kentindeydim. Benimle birlikte orada bulunan Fransız yazar Olivier Rolin, bütün iyi niyetiyle teselli vermeye çalıştığında, ruhumu çürüten acının beslediği zehirli bir dille, “Beni anlaman mümkün değil. Senin ülkende, mesela Paris’te hiçbir zaman bir gecede yüz kişiyi katletmeyecekler” demiştim. Sadece bir ay sonra Paris Bataclan’daki vahşi saldırı gerçekleşti. Ben de ziftli bir utanç ve cayır cayır pişmanlıkla, Olivier’e o gün bana söylediklerine benzer, dostane ama çaresiz cümlelerle dolu bir mail yazarken buldum kendimi.
Bu bulanık ruh halinden sadece yedi ay sonra, Atatürk Havalimanı’ndaki o feci saldırı yaşandığında, bu defa Güney Kore’nin Seul kentindeydim. Orada acımı paylaşan yazarlardan biri olan Bangladeşli Shaheen Akhtar, ertesi sabah kendi şehri Dakka’daki bir bombalı terör saldırısı haberiyle uyandığında, elini tutup onunla birlikte gözyaşı dökerken, bu acayip tesadüflere şaşırmaktan artık vazgeçmiştim.
Hepimiz görüyoruz; dünya hızla bir cenaze evine, koca bir yetimhaneye dönüşüyor. Birbirimize taziye ziyaretleri yapıp duruyoruz. Kimimiz fena şeylerin sadece başkalarının başına geldiğine, kimimiz de tek kurbanın kendimiz olduğuna inanmaktan vazgeçiyoruz. Biz sustukça kötülüğün zehirli bir sarmaşık gibi yayıldığını gördüğümüzden olacak, hiç değilse birbirimizin acısını sahiplenmeyi, birbirimizin sesine ses vermeyi öğreniyoruz.
Ama kendimize yalan söylemeyelim olur mu? Bir yandan da pekâlâ biliyoruz: Haritadaki kıyım noktaları batıya yaklaştıkça, çığlıklar her yerden daha kolay duyuluyor. Dünyanın şifa veren dost sesi, daha yüksek, daha şefkatli çıkıyor. Merkezden uzaklaştığımızdaysa ses yavaş yavaş kısılıyor, hatta bir noktadan sonra büsbütün işitilmez oluyor.
“Cehennem acı çektiğimiz yer değil, acı çektiğimizi kimsenin duymadığı yerdir” demiş ya Hallac-ı Mansur. Hepimiz aynı gemide olsak da, bazılarımız karaya çıkma umudu taşırken, bazılarımız sessizlikten mürekkep cehennemlerde kayboluyor. Dünya, merhamet dağıtırken, çocuklarına çifte standart uyguluyor. Adaletli bir yer değil dünya, hiçbir zaman olmadı. Bunu bilmenin ağır yükü, çökertiyor omuzlarımızı.
Barselona’da derin bir acı var, ama hiç değilse buradaki çığlıklar dışarıdan duyuluyor. İnsanın sesinin duyulduğunu bilmesi öyle mühim ki... Mesela Katalan ve İspanyol medyası da tıpkı bizimki gibi, dünya medyası saldırıyla ilgili ne yazmış, tek tek anlatıyor. Dostlarımız acımızı paylaşıyor demeye getiriyorlar yani bir nevi, teselli verir gibi. Bir omza yaslanmak, sonuçta herkese iyi geliyor.
Hayat devam ediyor ama...
Ertesi sabah Barselona, kalbi kırık bir Ağustos sabahına uyanıyor. Tepede her şeye rağmen “Yarın var!” diyen bir güneş.
Barselonalılar ürkek adımlarla da olsa, yavaş yavaş evlerinden çıkıyor. Tam saldırının yaşandığı yerde, Katalan ressam Miro’nun bir eseri bulunuyor. Sabahın ilk saatlerinde gelen bir kadın, üstünde “Katalunya, barış diyarı“ yazan bir kâğıt bırakmış Miro’nun yamacına. Birileri ağır ağır onun etrafında saf tutmaya koyuluyor. Şehre boca edilmek istenen karanlığa inat, rengârenk çiçekler getiriliyor, kederini içine damlatarak da olsa ışık saçan mumlar yakılıyor. Böyle böyle kalabalık büsbütün artıyor.
Çünkü sokaklar, karanlık katillere bırakamayacağımız kadar aydınlık ve son nefesimize kadar da bizim. Yan yana, el ele, omuz omuza yürüyebilmemiz için.
Burada şimdi gözler sık sık bulutlanıyor. Göz göze gelen herkes, gene de birbirine kırık dökük gülümsemeye çalışıyor. Kendi güzel memleketimden de aşina olduğum gibi, havaya “Hayat devam ediyor” fısıltıları yayılıyor. Ama herkes derininde bir yerde, gizlice kanayan bir yara misali, için için biliyor:
Evet, hayat devam ediyor, ama artık o bildiğimiz hayata hiç benzemiyor.
NE OLMUŞTU?
Perşembe günü Barselona’nın en kalabalık caddelerinden Las Ramblas’da bir minibüsün yayaların arasına dalarak gerçekleştirdiği terör saldırısı sonucu 13 kişi hayatını kaybetti, 100’e yakın kişi yaralandı. Basın, saldırganların bölgedeki bir Tük restoranına girerek içeridekileri rehin aldığı bilgisini geçtiyse de bu bilgi polis tarafından yalanlandı. Saldırıyı IŞİD üstlendi. İspanya’nın diğer şehirlerinde de alarma geçildi. Sabah Alcanar’da bir evde yaşanan patlamanın ardından olay yerine giden itfaiye bir hücre eviyle karşılaşınca, iki olayın birbiriyle ilgisi olabileceği açıklandı. Barselona’nın 120 km güneyindeki Cambrils kasabasında benzer bir saldırı düzenleyen beş kişi, polisin düzenlediği bir operasyonla öldürüldü. Cambrils saldırısında ağır yaralanan bir kişi hastanede hayatını kaybedince terör kurbanlarının sayısı 14’e yükseldi.