Güncelleme Tarihi:
◊ Ne zamandır antroposen çağı üzerine kafa yoruyorsunuz?
- 2013 yılında, Taipei Bienali’ni hazırlamak için bu kavram üzerinde çalışmaya başladım. ‘Büyük İvme’ başlıklı sergi Eylül 2014’te açıldı ve bu kavramı ele alan ilk bienal oldu. Daha önce çevre üzerine bir sergi küratörlüğünü hiç yapmamıştım ve açıkçası bu bir tür paradokstu. Çünkü 1990’lardan beri ismim ‘ilişkisel estetik’ teorisi ile birlikte anılıyordu ve nesne temelli felsefeyi savunan yeni nesil düşünürler tarafından ‘antropo merkezli’ olmakla eleştiriliyordum. Yani insan merkezli olmakla. İnsan, haddinden fazla insan... Antroposen, insanlar ve insan olmayanlar tarafından paylaşılan bir alan açmak için anahtardı: Hayvanların, bitkilerin, aynı zamanda fakir insan sınıflarının, küresel ısınma ve ormansızlaşma tarafından tehdit edildiği, çökmekte olan, felaketlerle dolu bir erime potası dönemi... Ekolojik felaket insanları ve insan olmayanları bir araya getiriyor.
◊ ‘Yedinci kıta’ fikri eskiden kayıp ama gelişmiş bir uygarlıkla ilişkilendirilirdi. Ona ‘Atlantis’ derdik. Aranan kıtanın 21. yüzyılda insanlığın atıkları sonucu ortaya çıkışı ironik. Kendi yaratımımız olan kıta hakkında ne söylersiniz?
- Atlantis efsanesi, bize geçmişin felaketlerini ve tüm medeniyetlerin ölümlülüğünü hatırlatır. Çoğunlukla volkanik patlamalar ya da unutulmuş depremlerin anılarıyla ilişkilendirilir ve bir efsane olarak, tıpkı antroposen gibi gezegenin evrimi ile bağlantılıdır. Şimdi ‘yedinci kıta’ dediğimiz şey, insan yapımı ilk yer ve açıkça bir felaket. Bu devasa yüzer plastik kütlesi, ‘ilerleme’ olarak adlandırdığımız faaliyetlerimizin sonucu. Ben bunu, keşfiyle Avrupa’nın dünya üzerindeki hâkimiyetini başlatan ‘Yeni Dünya’nın zıddı olarak görüyorum. Yedinci kıta, modern zamanlar tarafından üretildi.
◊ Bienal hakkında yazdığınız metinde, kapitalist toplumun gözden çıkardığı bireyler olarak mültecilere atıfta bulunuyorsunuz. Bu mesele, yaklaşık 4 milyon mülteci ile Türkiye’yi ve 550 bin mülteci ile İstanbul’u bienal teması bakımından eşsiz bir mekân haline getiriyor sanırım...
- Türkiye ve İstanbul, belirli ekosistemlerin yıkımıyla bağlantılı olan göç hareketlerinin kavşak noktası. Kirlilik sadece fiziksel değil, aynı zamanda zihinsel ve siyasi. Dünya genelinde bir yıkım hareketi var. Bakış açıma göre sanat aklın ekolojisidir. Bu spekülatif bir ayna: Geçmiş ve gelecekle bağlantı kurabileceğiniz, dünyanın yeniden nasıl yazılabileceğini görebileceğiniz bir yer.
◊ Yedinci kıta bize ne tür bir özgürlük sunuyor? Kurtarılabilir mi, yoksa insanlığın nihai tasarımı kendi felaketi mi olacak?
- Yedinci kıtanın sağladığı atık türü artık özgürlük tarafında değil. Pıhtılaşmış ve başa çıkmamız gereken bir bölge haline geldi. Özgürlüğümüz, üretim sistemimizle ilgili şu anda yapmak zorunda olduğumuz seçimlerde yatıyor. Sanat atığı kurtarabilir ama atık da bize bir ders verir.
◊ İstanbul Bienali’nin uluslararası sanat haritasındaki yeri ve önemi hakkında ne söylersiniz?
- Benim için İstanbul Bienali, Venedik’ten sonra hem tarihsel hem de stratejik olarak hâlâ en önemli ikinci bienal. Batı ile Doğu arasında bir kavşak, değerlerin yeniden birleştirilebileceği bir yer.
◊ Mekânlara karar vermek zor muydu?
- Neredeyse tüm şehre yayılmış bienaller oldu daha önce İstanbul’da. Ben buna taraftar değilim. Sanatçıların eserlerine ve etkileşimlerine odaklanmak, İstanbul coğrafyasına ya da bazı güzel mekânların kullanımına odaklanmaktan önemliydi. Bir anlamda, İstanbul’u egzotik ve turistik olmayan bir yer olarak görmeye çalıştım. Birçok mekânı ziyaret ettik ve en zoru ana yeri bulmaktı. Haliç’teki eski tersaneler, biçimsel olarak karmaşık bir serginin tasarlanabileceği boş bir alan sunuyordu. Pera Müzesi aklımdaki ‘arkeolojik’ bölüm için mükemmeldi. Tersanelere oldukça yakındı. Şehre bir parantez açmak, aynı zamanda bienalin toparlamasını yapmak için de Büyükada’daki projeleri ekledik.
◊ Ana mekânın son anda değiştirilmesi, işleri zorlaştırdı mı? Neticede eski tersane alanına kıyasla daha steril, ‘sanat için üretilmiş’ bir alana taşındınız.
- Çevredeki muhtemel asbest varlığı nedeniyle tersanelerden ayrılmaya karar verdiğimizde, tıpatıp aynı sergiyi tekrarlamak zordu. Eşsiz bir seviyede tasarlanmış projeyi, dört katlı ve odaları değiştirilemez bir binaya uyarlamak zorunda kaldım. Sonra ziyaretçiyi bir odadan diğerine yönlendiren bir yol inşa etmeye karar verdim. Bazı sanat eserleri tersaneye kıyasla daha fazla alana sahip oldu. Bazılarının Büyükada’daki Andrea Zittel gibi yer değiştirmesi veya iki odaya bölünmesi gerekti. Mekân değişimi yüzünden bazı sanatçıların işleri arasındaki iletişim imkânsız hale geldiyse de genel anlam aynı kaldı. Bu, antroposenin dünyayı görme, temsil etme ve ele alma yollarımız üzerindeki etkileriyle ilgili bir sergi olacak.