Güncelleme Tarihi:
Bundan 1500 yıl evvel, Ayasofya’yı inşa eden ustalar Miletli Isidoros ile Aydınlı Anthemios, ona şöyle bir baktıklarında yüzyıllar hatta kim bilir binyıllar boyunca kalacak bir eser ortaya çıkardıklarını düşünmüşler midir? Bu benzersiz eserin, sayısız hikâyenin, efsanenin, savaşın, barışın sembolü olacağını, İstanbul ne kadar değişirse değişsin, hep fonda duracağını daha o ilk bakışta anlamışlar mıdır?
Çıkan kısmın özetini seyrettik, peki bundan sonra ne olacak Ayasofya’ya? Topkapı’ya, Dikilitaş’a, Haydarpaşa’ya... İstanbul’a ne olacak?
Nasıl baştan çıkartıcı bir soru... Bizden sonrakiler bizim hiç göremeyeceğimiz bir İstanbul’da nasıl bir hayat yaşayacak? Ancak hayal edebiliriz. Belki Süleymaniye’nin, kafa dengi bir arkadaş havasıyla gelip Ayasofya’nın yanına kurulması gibi bu ikiliye iddialı bir arkadaş daha yanaşacak. Belki şimdi beton ormanı diye şikâyet ettiğimiz şehir aslına rücu edecek, yeniden gerçek bir ormana dönüşecek. Belki havada giden ama yine de kısa mesafeye gitmeyen sarı taksiler kendilerine rakip istemediği için yeni kavgalar çıkacak...
Velhasıl İstanbul geleceği düşlemek için benzersiz bir şehir. Kafa patlatacak ne çok şey; şehrin başına gelecekleri göstermek için ne kadar çok sembol var. Ayasofya var, Süleymaniye var, Galata Kulesi, Kız Kulesi, surlar, köprüler var. Koskoca bir Boğaziçi var... Dünyada hangi şehir bir yazara bu kadar imkân verir?
Henüz yayımlanan hikâye derlemesi ‘İstanbul 2099’ için bir araya gelen 16 yazar, bu imkânı iyi kullanmış; geleceğin İstanbul’unu bize bambaşka hayal (çoğu kez kâbus) pencereleri açarak, yeni düşünme yolları sunarak anlatmış.
Bu yolların çoğu bir distopyaya çıkıyor. Hikâyeleri derleyen Kutlukhan Kutlu ve Aslı Tohumcu yazdıkları önsözde, kitaptaki hemen her yazarın neden mutlu bir geleceği değil distopyayı tercih ettiğine şöyle bir açıklama getirmiş: “Sonuçta geleceğe dair öykülerin aslında geçtiği zamanı değil, yazıldıkları zamanı anlattığı, dolayısıyla mesela George Orwell’ın ‘1984’ünü aslında 1948 olarak okumak gerektiği, yaygın kabul gören bir düstur. Dolayısıyla muhtemelen bu antolojideki öyküleri de aslında İstanbul 2099’dan ziyade İstanbul 2019 gibi okumalı.” Öykülerden tadımlık parçaları buraya aldık. Bugün kısmını siz değerlendirin; gelecek tasavvurlarının tutup tutmadığına da artık sonraki nesiller baksın.
Günübirlikçiler
Aslı E. Perker
“Deniz işte şuradan başlıyordu” diyor rehber. Önlerinde uzanan uçsuz bucaksız bir boşluk. Hafif çukur. Çerçöp dolu. “Marmara Denizi.” Defalarca baktı haritaya, eski fotoğraflara. Gerçeğini görmek ise sarsıcı. İşte şu sol taraf Kadıköy olmalı. Ve şurası... “İleride gördüğünüz ilk tepe Burgazada.” Rehber konuşuyor. “Eskiden ada idi.” Zeyn gözlerini kısıp yan gözle rehberi süzüyor. Oranın ada olduğu günleri biliyor olamaz. Olabilir mi? Rehber onu duymuş gibi, “İmiş” diye düzeltiyor.
Yazarların istanbul’u
Doğan Kitap’tan çıkan ‘İstanbul 2099’daki öyküleri Kutlukhan Kutlu ve Aslı Tohumcu derledi. Kitapta Aslı E. Perker, Tayfun Pirselimoğlu, Barış Müstecaplıoğlu, Deniz Tarsus, Engin Türkgeldi, Afşin Kum, Sabri Gürses, Mehmet Açar, Doğu Yücel, Cem Akaş, Gülayşe Koçak, Altay Öktem, Murat Uyurkulak, Elif Türkölmez, Mehmet Berk Yaltırık ve Hakan Bıçakcı’nın öyküleri yer alıyor.
Cesur Yeni İstanbul Hakan Bıçakcı
Dışarı çıkmak yasak olsa da dışarı çıkma uygulamalarıyla sokağa da bağlanılabiliyordu. Sanal ortamda tüm Beyoğlu yeniden inşa edilmişti mesela. “Başka İstanbul Var!” sloganıyla satılan Nostalji Paketi ile İstiklal Caddesi’nde tarihi bir gezinti yapmak, tramvaya binmek, pastanelerde takılmak, kitapçıları gezmek, sinemaya gitmek mümkündü. Sinema, gerçekten oradaymış gibi izleniyordu. En çok tercih edilen sanal sinema Emek Sineması’ydı. Otantik Beyoğlu’nu yaşamak için. Filmler günün algı koşullarına göre kısaltılıp hızlandırılarak yeniden montajlanıyordu. Güncel versiyonu tercih etmeyip saatlerce oturup film izlemek isteyenler için orijinal versiyonlar da mevcuttu ama pek rağbet görmüyordu. Pastane siparişleri anında eve geliyordu. Atmosfer gerçekmiş gibi solunarak yenilip içiliyordu. En çok tercih edilen sanal pastane İnci Pastanesi’ydi.
Sûr
Engin Türkgeldi
Surların içine tam olarak ne zaman, nasıl çekildiğimizi hatırlayan kimse yok. Hepsi ya öldü ya da bunadı. Ahırkapı Kronikleri, salgının batıdan geldiğini ve nüfusun yarısından çoğunu yok ettikten sonra kalanların sur içine yerleştiğini yazıyor. Balat Yazmaları’ndaysa yöneticilerin tehlikeyi önceden görüp hastalık İstanbul’a ulaşmadan şehir kapılarını kapattıklarına dair pasajlar var. Kara cübbeleriyle tanınan Çarşamba Vaizleri bu ayrıntıları gereksiz buluyorlar ve salgının depremle akıllanmayan sapkınlar için son bir uyarı olduğunu söylüyorlar. Aramızdaki günahkârlar sonuncusuna dek temizlenmedikçe salgının surların dışında bizi bir canavar gibi bekleyeceğini tekrar edip duruyorlar sokaklarda. Hepsinin ağız birliği ettiği tek noktaysa sisin, karantinadan sonra çıktığı ve beyaz renkli ikinci bir sur gibi şehri kuşattığı.
Kanalistanbul’da Sıradan Bir Olay Altay Öktem
Zor bir mesleği vardı. Yorgun argın eve gelip daha tam anlamıyla dinlenemeden tekrar yirmi üç kat inecek, şu kahrolası radyasyonun etkisinden korunmaya çalışarak şifahanenin yolunu tutacaktı. Kırk beş elli yıldır radyasyon yüzünden hiç kimse, üzerinde sodyum pentaborattan üretilmiş tulum olmadan sokağa çıkamıyordu. Beton Baharı döneminde yapımına başlanan altmış nükleer santral projesinin tamamlanması 2040’ları bulmuştu. Santrallerden ikisinin patlayacağı, altısında ciddi radyasyon sızıntısı olacağı ve bölgedeki tüm ülkelerin neredeyse yaşanmaz hale geleceği kimin aklına gelirdi ki?
Üçüncü Çocuk
Mehmet Açar
İnsanların dışarıya çıkma gereksinimi duymadan yaşamlarını sürdürebileceği AB’ler [Akıllı Bina], devlet ve yerel yönetimlerin desteğinde peş peşe inşa ediliyor; İstanbul, tarihinin en büyük kentsel dönüşümlerinden birini yaşıyor. Yüzyıl başından beri süren kentsel dönüşüm dalgalarına direnen bölgelerdeki binalar devlet kararıyla yıkılıyor ve geniş yeşil alanların ortasına 150 katlı AB’ler dikiliyor.
İstanbistan’ın
İllegal Koroları
Gülayşe Koçak
Devrim Bulvarı’nda ağır ağır ilerliyoruz; koca caddenin bütün şeritleri, bütün üst ve altrayları tıkalı; iki yanda yükselen gökdelenleri kaplayan aynalı camlar, kentin ışıl ışıl, yoğun trafiğini yağmurun buğulu dikey şeritlerinde yansıtıyorlar. “Yavrum, şart mıydı İstiklal Caddesi’nden geçmek... Başka ray mı yoktu... Nasıl yetişeceğim Dördüncü Köprü’ye?” Kadın kendi kendine mırıldanıyor ama sitemkâr sesi kadife gibi, müzik gibi. “Hııı?” Şoför bakışlarını artık sadece ileriye odakladı. Kadın toparlanıyor. Sesi yine kadife gibi, ama müziksi hali yok oldu: “Devrim Bulvarı’ndan değil, başka raydan git. Robomemurların çıkış saati. Karakent’e ray üstgeçidini kullan.”
Bergamavi
Sabri Gürses
Suya dalar dalmaz gevşedi, rahatladı, suya karışıp su oldu sanki, birkaç kulaç attı ama dikkat çekmemek için dalması gerekiyordu, daldı, bir süre durdu suyun altında, sonra daha derinlere doğru dalmaya devam etti, su bitkilerini, plastik kümelerini, başıboş kabloları aralaya aralaya caminin kubbesinin göründüğü yere varıncaya kadar yüzdü ve altın varağı silinmiş kubbeyi görünce de hızla kapısına doğru süzüldü, kapının etrafındaki sabit dip akıntısına direnip zorlanarak caminin içine girdi, bir zamanlar Ortaköy Camisi’nin geniş namaz yeriyken artık karanlık bir balçık haline gelmiş alanın ortasına kadar ilerleyip yere zincirlenmiş konteynırın kapısını açtı ve miğferinin altından gülümseyerek su boşaltma bölmesinin kapı düğmesine bastı ve bölmenin içindeki su bir anda büyük bir basınçla boşaldı. Bölmede su kalmayınca esmeye başlayan kurutma rüzgârı dalgıç kıyafetini bir dakika içinde kuruttu ve konteynırın kapısı açıldı. Bergamavi sundurmadan geçti, dalgıç giysisini üzerinden çıkartıp dolaba koydu. Döndü, halı kaplı geniş odaya baktı. Cemaat yerleşmişti, eksikler vardı ama dört sıra saf tutmuş imamı dinliyorlardı.
Yabancı
Barış Müstecaplıoğlu
Kız Kulesi, denizden en az yüz metre yüksekte, havada hareketsiz duruyordu. Baştan aşağı kaplandığı mavi ışık yüzünden, gece karanlığında fosforlu boyayla boyanmış gibi parlıyordu. Nice söylencelere konu olmuş zarif kayalıktan sökülürken, narin çatısının bir kısmı çökmüştü, gene de silueti pek değişmemişti. Bir zamanlar şık bir lokanta olarak kullanılan, bol kahkahalı yemeklere ev sahipliği yapan giriş katının duvarlarında derin çatlaklar vardı.
Uzun Siyah Tül
Cem Akaş
Nora’nın Yosunları
Elif Türkölmez
Denizlerin etrafı nicedir dikenli tellerle çevriliydi. Hastalık saçan bu sulara ayak sokmak dahi yasaktı. Silahlı askerlerin yirmi dört saat nöbet tuttuğu kıyılara girmek mümkün olmasa da korkusuz Juliette bir yolunu bulurdu.