Güncelleme Tarihi:
Türkiye’nin tarihindeki dönüm noktalarından biri 12 Eylül 1980. Bazılarına göre bir milat, bazılarına göreyse daha fazlası... O dönemi yaşayanlar, etkilerini tecrübe edenler bir yana, siyasi yaşama atılan gençler arasında bile bu darbeyi sadece kulaktan dolma bilgilerle hatırlayanlar var.
İletişim Yayınları etiketiyle yayımlanan ‘40 Yıl 12 Eylül’ bir anlamda bu önemli tarihin unutulmamasını sağlamayı amaçlıyor.
Tolga Arvas, Kumru Başer, Murat Belge, Gaye Boralıoğlu, Fethiye Çetin, Ercan Kesal, Gültan Kışanak, Ümit Kıvanç, Ömer Laçiner, Göze Orhon, Merih Cemal Taymaz, Nilgün Toker’in yazılarından mürekkep kitabı derleyen Tanıl Bora “12 Eylül’ün unutulmazlığını değişik yüzleriyle, değişik deneyimlerden hareketle, değişik bir lisanla anlatacak yazarlar akletmeye çalıştım” diyor.
Sunuşta şunu söylüyorsunuz: “12 Eylül hâlâ hükmünü sürüyor. Üzerinden 40 yıl aktı ama tortusu kaldı.” Bahsettiğiniz bu tortu hayatımızın çoğu yerinde ama fark edilmiyor sanırım. Bu kitap bu tortuyu gözle görülür kılma çabası olarak yorumlanabilir mi?
O tortuyu gayet somut haliyle resmeden yazılar var kitapta. Özellikle hukuk rejimiyle ilgili, Kürt meselesiyle ilgili... Fakat bu, tasvir yapan, dokümante eden bir kitap değil. Daha ziyade o tortunun duygusal diyebileceğim yanını anlatan yazılar mevcut.
Elinde çekiç olanın her şeyi çivi olarak görmesi misali...
Bu duygusal yönün vurgulanması sizin istediğiniz, kurguladığınız bir şey miydi? Yoksa kitaptaki yazarlar mı bu yöne doğru gitti?
Çok ayrıntısıyla değil ama temel fikir olarak bunu tarif etmiştim, “Böyle kurguladım” demem doğru olmaz. Bu yönde bir telkinde bulunduğumu söyleyebilirim. Ancak bunun şöyle anlaşılmasını hiç istemem: Yazarların özellikle bu yaklaşımla, duygu ve haletiruhiyeyle yazmalarını tembihlemiş değilim. Kaldı ki bütün yazılar da bariz şekilde bu özelliği göstermiyor.
Bu tortuyu siz nasıl tanımlıyorsunuz, ne sıklıkla karşılaşıyorsunuz?
Mesela ‘güvenlikçi anlayış’ diyoruz ya, elinde çekiç olanın her şeyi çivi olarak görmesi misali, bütün toplumsal ve siyasal sorunları güvenlik tedbirleriyle halledilecek sorunlar olarak, inzibat meselesi olarak gören anlayış. Bunu 12 Eylül icat etmedi elbette. 1990’lı yıllarda yaşananların da etkisi var. Dünya konjonktürünün de etkisi var ama önemli bir oranda da 12 Eylül tortusudur. Devletin ‘ortak meselelerimizi’ emanet ettiğimiz bir kurum olmanın ötesinde her şeye kadir bir yüce güç olarak görülmesi... Bunu da 12 Eylül icat etmedi. Evveliyatı da var, sonrası da. Ancak rahat rahat kabul görmesi, 12 Eylül tortusu sayesindedir.
Her örgütlenmenin tehlikeli olarak kodlanması da bunlara eklenebilir...
Terör ithamının uluorta savrulması, hoşa gitmeyen her kıpırtının ‘terör’ suçlamasıyla ‘terörize’ edilmesinde de elbette 1990’lar konjonktürünün belirleyici payı var ama bu tortu sayesinde daha kolay mümkün olmuştur. Keza ‘örgüt’ lafının kriminal bir laf haline gelmesi... “Ne örgütü?” diye bakmadan, örgütün, örgütlenmenin kafadan tehlikeli, münasebetsiz bir iş olarak görülmesi 12 Eylül tortusunun yol açtığı bir kireçlenme.
Anlatım gücünün bir tesiri olacaktır
12 Eylül’ü unutturmama gayreti, bu darbeyi artık kulaktan dolma bile bilmeyen kuşakların siyasetin parçası olduğu bir dönemde ne kadar mümkün? Bu çalışma meraklı, ilgili gençlerin kulaklarını doldurur mu?
Doldurmasını umalım... Yazılar esasen 12 Eylül’ün neler yapıp neler ettiğini değil de duygusal mirasını, hafızadaki izini anlatıyor. Kimi yazılardan edebi bir tat da alınacağını düşünüyorum. Bu anlatım gücünün bir tesiri olabileceğini umuyorum. Bir de bir devamlılığı anlatıyor yazıların bir kısmı. 12 Eylül’den içinde yaşadığımız zamanlara bir hat çiziyor. İlla 12 Eylül’ü başlangıç istasyonu gibi düşünmek gerekmez... Önemli bir terminal olarak da düşünebilirsiniz.
Tarihin hangi noktasını başlangıç istasyonu olarak görmemiz gerekiyor?
Hayır, bunu böyle söylememin nedeni “Başlangıç noktası 12 Eylül değil de şurası olsun” demek değil. Daha ziyade “Muhakkak başka bir başlangıç noktası belirlemek gerekmiyor” demek. Tarih zaten zaman ve tecrübe katmanlarının üst üste yığılmasıyla oluşuyor. 12 Eylül darbesi de çok önemli bir katman bence. Devamlılık içerisinde çok önemli bir eşik. Böyle düşünmek gerekiyor.
Cezalandırılmakla kalmayıp hak arayışından men edildiler
12 Eylül öncesi dönemin tu kaka edilmesi Türkiye’nin demokratikleşme sürecini ne kadar baltaladı?
Toplumun toplum olma istidadına, kapasitesine vurulan bir darbe 12 Eylül. Tu kaka edilen şey o. Yani toplumun meselelerine bir hal çaresi getirme iddiasıyla siyasete müdahil olmaya kalkanlar, hak talep edenler, sesini çıkaranlar cezalandırılmakla kalmayıp adeta bundan men edildiler. 12 Eylül öncesi topyekûn karanlık bir anarşi dönemi olarak resmedildi darbenin katkısıyla.
Zor bir dönem...
Evet, sert ve zorlu bir dönemdi, kıyıcıydı ama hikâyenin tamamı bu değil. 1970’lerin ortaları, Türkiye’de toplumun en fazla ‘ayakta’ olduğu dönemdi. Özellikle alttakilerin en fazla ayakta olduğu, yani ‘ayakların baş olmaya’ hamle ettiği dönem... Şu da var ki bu hamlenin dinamiği 12 Eylül’den önce ivmesini kaybetmeye başlamıştı. Zaten 12 Eylül biraz da bu sayede mümkün oldu. Bu, toplumsal muhalefetin, özellikle sol muhalefetin muhasebesini yapması gereken bir şey. Yani muhalefetin siyasal hataları da oldu, dönemin toplumsal mücadelelerinin hataları da... Zaten demokratik hayat dediğiniz grupların, kişilerin, hareketlerin icabında hatalar da yaptıkları ve hatalarının sorumluluğunu üstlenerek eylemde bulundukları bir süreç değil mi?
Ve sonunda cezalandırıldılar...
12 Eylül “Cezalandırmakla kalmadı” demiştim. İnsanlara sorumluluk sahibi, fiil ehliyetine sahip, reşit insanlar değilmişler, öyle olamazlarmış gibi muamele etti. ‘Hadlerini aşmış’ muamelesi yaptı. Adeta insanların vatandaşlar olarak siyasete katılma ruhsatlarını iptal etti. Başka deyişle adeta böyle bir ruhsat varmış ve onu ancak devlet verirmiş ve şimdi artık iptal etmiş gibi oldu.
Bu darbenin izleri ve miraslarını silmek mi o ruhsatı geri kazandırır?
Halkın siyaset yapma ehliyeti, demokrasinin temel icabı. Bunu bir öngörü ya da tahminden öte direkt bir talep olarak dile getirmek lazım.
‘Arada, arafta kalma’ hali...
Kitabınızda yer verdiğiniz isimleri nasıl belirlediniz? Okurlar hangi ismin yazısını, neden okumalı?
12 Eylül’ün unutulmazlığını değişik yüzleriyle, değişik deneyimlerden hareketle, değişik bir lisanla anlatacak yazarlar akletmeye çalıştım. İsim vermeden anlatayım... 12 Eylül’ün yorumlanmasında, anlaşılmasında ta o zamanlar beni etkilemiş olanlar var aralarında. Onların muhakkak tekrar yazmasını istedim.
O dönemleri yaşayanlar için bu yazılar neyi ifade ediyor? Yeni kuşaklar neler bulacak?
O dönemleri yaşayanlar için kuşkusuz bu acı bir hafızadır. Bir türlü geçmeyen bir geçmiştir. Tabii onlar için aynı zamanda 12 Eylül öncesi demektir 12 Eylül darbesi. Bazı yazılar 12 Eylül öncesinin duygusunu anlatıyor nitekim. 12 Eylül’ü bir milat gibi düşünen yazılar arasında, o tarihsel anı böyle milatlaştırmanın yanıltıcı olacağına dair bizi uyaran bir yazı da var. Yani yazılar arasında zımnen bir tartışmayı da takip edebilir dikkatli okurlar. 12 Eylül günlerinin günlük hayatı, günlük ruh halini nasıl etkilediğini tasvir eden bir yazı da var. 12 Eylül’ü küçük çocukken yaşamış bir gözün bakışı da... 12 Eylül’ün kapattığı devrin nasıl bir devir olduğunu anlama merakını ve bir ‘arada, arafta kalma’ halini anlatıyor. Yeni kuşaklar kitaba o yazının mihmandarlığında girebilir.
Bahsettiğiniz isim Göze Orhon sanırım. Kendisinin bu alanda önemli çalışmaları var. Peki siz, bir çocuk gözüyle anlatmasından ziyade çalışmaları nedeniyle mi tercih ettiniz?
Göze’nin mutlaka yazmasını istememin nedeni onun o dönemde yaşı küçük olması değildi. Esas 12 Eylül hafızası üzerine çok ciddi ve hiç bıkmadan çalışmalar yapmasıydı. Belki de 12 Eylül hafızasıyla ilgili Türkiye’deki en önemli araştırmacı.
Bir yandan da yeni kuşağı temsil ediyor...
Doğru. Öncelikli amacım bu değildi ama bu özelliği de kitabın uzak kuşaklarla temasını güçlendiriyor.