Güncelleme Tarihi:
‘Zübeyde Hanım’ rolü sana nasıl geldi?
Menajerimden bir telefon aldım, Atatürk’ün annesinin hayatının çekileceğini söyledi. Menajerim ve yapım tarafı bu rolü kesinlikle benim oynamam gerektiğinde hemfikirlermiş. İnanılmaz mutlu oldum. Atatürk ile ilgili çok film çekildi ama annesinin hayatını hiç bilmiyoruz. Okul kitaplarında okuduğumuz kadar bilgimiz vardı. Bu sebeple de bana çok kıymetli geldi.
Role nasıl hazırlandın?
Ben bir role girdiğimde Aslıhan’ı unutuyorum. Canlandırdığım karakterin nasıl yürüdüğü, bardağı nasıl tuttuğu, nasıl ağlayıp güldüğü, her şeyiyle, detaylı hazırlanmayı seviyorum. Yani benim sevdiğim tarz oyunculuk insani değil, hayvani güdülerle yapılan.
O nasıl oluyor?
Kontrolü ve çerçevesi olmadan tamamen kendini o duygunun içine bıraktığın oyunculuk. Ben onu hissettiğim anda “Evet, doğru yoldayım” diyorum. ‘Zübeyde’de de aynı şey oldu. Neredeyse hiç bilgi yoktu o dönemlerden. Ancak vefatından sonra çevresindekilerin onun hakkındaki yorumları kaleme alınmış. Onları içeren beş kitap okudum. Zübeyde Hanım’ın nasıl yürüdüğünü kitaplar söylemiyor ama mesela Atatürk ile ilgili söylediği bir “Sarı Paşam” lafı var, onu kendi kalp süzgecimden geçirip ruhumla birleştirdim. Oynarken çok sevdim, çok anladım ve tamamen kendi kalbime güvendim.
En zor yanı neydi bu rolün?
Hangi devlet kurucusunun an nesinden böyle bahsedilir? Ama Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulurken biz annesinin Mustafa Kemal Atatürk üzerinde ne kadar büyük etkisi olduğunu görüyoruz. Bu Türk kadınının ve bir annenin gücünü gösteren bir film. Aslında bir anne hikâyesi. Çocuğuna destek olan, çok güçlü, dirayetli; eşini, dört evladını kaybetmiş bir kadın. Çok acı çekmiş ama duruşunu hiç bozmamış.
Bu rol büyük sorumluluk, zorlandığın oldu mu?
Hazırlık sürecim boyunca ve çekimin son gününe kadar heyecanım hiç azalmadı. Bu mesleğimin en sevdiğim yanı. Bir yanda heyecanla karışık anksiyete hisleri, karın ağrıları yaşarken bir yanda mutlulukla ve merakla kendimi karakterin kollarına bırakıyorum. ‘Zübeyde Hanım’da bu en yüksek seviyedeydi. 100 yıl öncesine gittim ve orada kaldım. 20’li yaşlarıyla başlayıp vefatına kadar olan dönemini canlandırdım, o değişimi adım adım yaşamak bir oyuncu olarak benim için çok kıymetli.
Nasıl hazırlandın o yaşlara?
70 yaşı için yurtdışından özel bir makyaj ekibi ve malzemeleri geldi. Makyajımın yapımı 4-5, çıkarması 2 saat sürüyordu.
Önemli bir rol. Eleştirilere açık mısın peki?
Onun bir baskısı var ama artık oyunculukta 20’nci senem, 16 yaşımda bu işe başladım. Olumlu eleştiriye şımarmamayı, olumsuza üzülmemeyi öğrendim. Esas olan kendi içimdeki dengem. İnanılmaz çalışkanım, çok disiplinliyim ve elimden gelenin fazlasını yaparım. Bu işte de öyle yaptım.
Anneyi canlandırıyorsun, anne olmak gibi bir planın var mı?
Ben 17 yaşımda bile anne rolü oynadım. Açıkçası 19 yaşındayken anne olmayı daha çok istiyordum. Bilinçlendikçe bir insan yetiştirmenin ne kadar zor olduğunun daha çok farkına vardım. Tabii eşimle istiyoruz ama yalan söylemeyeyim, korkuyorum. Dediğim gibi o kadar rolün içine giriyorum ki... Atatürk’le bir karşılaşma sahnemiz var, orada kalbim parçalandı. Yüreğimi elimde hissedip orada Alican’a (Yücesoy) vermek istedim. Orada anne oldum. O kaygılar, korkular, evladına olan sevginin büyüklüğü... Bunları anladıkça biraz daha korkuyorsun.
Bir karaktere girip çıkamadığın oldu mu?
Zübeyde Hanım rolünden 1-2 ay çıkamadım.
Nasıl?
İki ay kadar vücudumda ağrılar oldu. Sette sahnelerde ve çekim aralarında karakterimden hiç çıkmadığım için karakterime ait bir duruşla yaşıyordum. Örneğin; hamile ve yaşlı dönemlerinde daha farklı bir vücut duruşu, yürüyüşü, oturuşu olması gerekiyordu. Bu yüzden ağrılar oluştu. Roldeyken anlamadığım ama sonrasında hissettiğim bu ağrılar, duruş bozukluğumdan kaynaklı olduğu için de kısa bir fizik tedavi ve spor çalışmaları gerektirdi.
Başka neler yaşadın?
Yaşının ilerlediği dönemleri canlandırdığım zamanlarda, sahneye çıkarken yemin ediyorum avuç içlerimde dahi ağrı hissediyordum. Gerçekten o yaşlara gittim ve yaşlandım. Dizlerimin titrediğini, ayakta dururken titreyerek oynadığımı biliyorum.
Tene değil, cana değdik
Eşin Mert Kılıç da oyuncu. 10 yıl önce bir dizide tanışıyorsunuz. Sizinki dizi aşkı mıydı?
Dizi aşkıydı. İkimiz de “Oyuncuyla evlenmeyiz” diyormuşuz.
Ne değişti?
Birbirimizi çok farklı bir yerden tuttuk, tene değil cana değdik. O ruhların birbirine değmesi sonra çok güzel bir arkadaşlığa, ardından bir hayat yoldaşlığına dönüştü.
12 yıldır da tanışıyorsunuz. Aşkınız devam ediyor mu?
Ediyor, hatta iki gün önce dedim ki kocama: “Seni hâlâ nasıl bu kadar çok seviyorum, bu kadar âşığım ve nasıl yetmiyor!” Yemin ediyorum, sanki iki yıldır evli gibiyim. İçimde köpüren bir şey var ve yetmiyor, o kadar çok sarılmak, temas etmek istiyorum ki...
Bunun sırrı ne sence?
Birinci aşama, kaderin sizi doğru kişiyle bir araya getirmesi. İkinci aşama, doğru bir zemin kurmak. İkili ilişkilerin aslında hepsinde böyle ama en çok emeği hayat arkadaşımıza vermeliyiz. Aşk bizim hayattaki nefesimiz. Bir de iyi anlaştığınız, size benzeyen biriyle bir araya geldiğinizde sizin bir kaşınızdan, gözünüzden anlamaya başlıyor çünkü kumaşınız aynı. Biz Mert’le bire bir aynı da değiliz. O çok daha dışadönük ve sosyal biri, ben daha içedönük ve daha yalnızım. O benim dışarıya bakan yüzüm. Ve bir denge oluşturuyoruz.
Jönfi değilim, olmak da istemiyorum
16 yaşından beri oyuncusun, reyting almış dizilerin, sinema filmlerin var. Peki, istediğin yerde misin?
Kesinlikle doğru bir yolda olduğuma inanıyorum. Çünkü yolum çok uzun. Hızlı parlayıp sönmeye mahkûm bir tarzım olsun istemiyorum. Oynayacağım daha çok rol, çok iş var. Ve bunları yaparken yavaş yavaş, ayaklarım yere basarak, öğrenerek ve kendimden emin olarak ilerlemek istedim. Parlamanın ve çok önde olmanın getirdiği psikoloji de çok ağır. Bugün baktığımızda oyunculuğu nirvanaya ulaşmadan çok şöhret olanlar var, bunun dengesini sağlamak çok zor. Dışarıdan çok güzel görünebilir ama içeride o kişinin yaşadığını kendi bilir. Ben hep ayaklarım yere bassın istedim. “Bu rolü Aslıhan Güner halledebilir” dedirtmek benim için en önemli şeydi.
Ben bir karakter oyuncusuyum, tektip başrol kadın değilim.
Tektip derken?
Topuklu ayakkabıyı, şık kıyafetleri giyip oynanan roller, jönfi dediğimiz şey; değilim, olmak da istemiyorum.
Neden?
Çünkü ben saçını, tipini değiştiren, gerekirse yaşlanan, kilo alan, zayıflayan, çirkinleşen biri olmaya bayılıyorum ve kendimi öyle özgür hissediyorum. Tektip bir oyuncu olmak benim için korkunç bir şey.
Seni tanımayan birine birkaç kelimeyle kendini anlatman gerekse ne dersin?
Psikoloğumla da netleştirdiğim için rahatlıkla söylüyorum. Eş, kardeş, evlat, arkadaş ve iş kimliklerim var. Bunların hepsinin tavır ve tarzları bende farklı. Arkadaş kimliğimde sevgimi ve her şeyimi verecek kadar fedakâr bir durumum var. Kardeşlik ve evlat ilişkisinde hayatımda karşılık beklemeden verici oluyorum. Eş kimliğim birçok kimliğimin birleşimi gibi. Bunların toplamına bakıldığında kendim için dürüst, açıksözlü, net, iyi niyetli ve samimiyim diyebilirim.
Zorluklar büyük motivasyondu
7 yaşımdan itibaren tiyatro eğitimi aldım. İstanbul Kültür Üniversitesi’nde iletişim sanatları okudum ama bitirmedim. Oyunculuk ve iş olunca geriye hiç bakmadım.
Babam mobilya malzemesi satıyordu, annem ev hanımı. Sanatın annemin genlerinde olduğunu düşünüyorum çünkü sesi güzeldir, kalemi iyidir. Beni tiyatroya ve müzik aleti çalmaya da hep o götürmüştür.
Çalıştığın, uğruna mücadele ettiğin, hayalin olan mesleğin için çıktığın yolda zorluklarla karşılaşmak ve ilerleyebilmek benim için çok büyük motivasyondu.