Güncelleme Tarihi:
Kurt Cobain öleli 25 yıl oldu.
Son Seattle konserinde ‘Smells Like Teen Spirit’in ilk akorlarını çalmaya başladığında “İşte bu şarkı, bu şehri Amerika’nın en yaşanabilir şehri yaptı” diyordu. Hayatına da işte o şehirde son verdi. Müzik tarihinin gördüğü son devrimcinin trajik hatırası, en coşkulu ve en kasvetli zamanların iç içe geçtiği sokaklarda yaşıyor.
Yazarımız Cobain’in müdavimi olduğu barda...
Bu yazı Kurt Cobain’in öldüğü evin önünde, kurumuş çiçekler, izmaritler, birkaç bira şişesi ve veda notları dışında yapayalnız bir bankta yazıldı. 27 yaşında çenesine dayadığı tüfekle öldüğü evde şimdi bir Microsoft zengini oturuyor. Şehrin en dokunaklı anısı, dev çitler, yüksek ağaçlar ve heybetli kapılar ardında gizli. Sadece bir yıldan biraz fazla burada yaşasa da o hâlâ Seattle’a ait. Burası onun sayesinde, rock müziğin son devrimi grunge’ın yuvası.
Kurt Cobain, 20 yaşına kadar ‘Pasifik’in cehennem çukuru’ ya da ‘Kayıp adamlar limanı’ diye bilinen Aberdeen’de yaşadı. 70’lerde ve 80’lerde, oduncuların bıyıklarından bira sildiği, nüfusu 10 bini geçmeyen bu kasvetli limanda Beatles dinleyerek büyüdü. Ergenken terk edilmiş kilise avlularında, yıkık fabrikalarda, arkadaşlarının rutubetli bodrumlarında takıldı. 20 yaşında da ölü sıçanı Kitty’nin kafesini, plaklarını ve birkaç parça kıyafetini alıp burayı terk etti.
Aberdeen, gri havası, seri katilleri ve Kurt Cobain’in içinde uyuduğu kirli döşekle 400 bin dolara satılan eviyle ünlü. Seattle ise 80’lerin sonunda Boeing ve Microsoft’la meşhurdu. Birkaç kereste imalathanesi, Starbucks, yük gemileri, sonsuz yağmur ve Jimi Hendrix dışında anlatılacak bir hikâyesi yoktu. Hendrix’i bile sahiplenmek konusunda pek hevesli görünmüyordu. Neticede efsane gitaristin, şöhreti bulmak için Londra’ya kaçması gerekmişti.
Bir neslin beklenmedik marşı
90’lara yaklaşırken X kuşağı, diskoyla arena gruplarının şaşaası arasına sıkışmış ‘hair band’lerin bayağılığına maruz kalıyordu. Bu sırada Olympia’da sevgilisi Tracy ile yaşayan Kurt; kedileri, kaplumbağaları ve tavşanlarıyla cenin resimleri çizdiği, Beatles posterlerini boyadığı, Led Zeppelin plakları üzerine küfrettiği günler boyunca, daha sonra Nirvana’nın ilk albümü ‘Bleach’i dolduracak şarkıları yazıyordu. İncecik bedenini saklamak için üst üste giyindiği, kimsenin yüzüne bakmadığı küçük barlarda konser verirken rock stardan çok, okul bahçesinde zorbalardan gizlenen ürkek bir oğlan çocuğuna benziyordu.
Seattle’ın ünlü bağımsız plak şirketi Sub Pop’un ilk ilgisini çektiğinde müzikten kazandığı para 200 doları geçmiyordu.
Nirvana, ilk Seattle konserini 1988’de Pioneer Meydanı’ndaki Vogue’da verdi (2008’de yıkıldı). Müzik tarihini değiştiren ‘Nevermind’ albümü çıkmadan önce, şimdi 42 daireli bir rezidansa dönüşen OK Hotel’de ‘Smells Like Teen Spirit’i çaldıkları gün ise, Kurt dahil herkesin en çılgın fantezisinden öte bir şeyin habercisiydi. Sanki yanlışlıkla bir paralel evrenin kapısı açıldı. Karizmatik rock yıldızlarının, gürültülü metal gruplarının, pop ikonlarının, dağınık punk’ların arasından, aşınmış Converse’leri ve kirli tişörtüyle kırılgan bir ses bütün kaybedenlerin damarına bastı.
90’larla gelen frapanlığa, şöhretin ışıltısına, paranın alabildiği her şeye, sosyal kelebeklere, popüler çocuklara, lise hiyerarşisine, kabul gören tüm normlara küfür gibiydi. Aynı zamanda kendi varlığından özür dileyen, karanlıklara saklanıp tüm gözlerden uzak olmak isteyen münzevi bir yanı vardı. Dört akor ve birkaç esrarengiz satır, 1991’de bir neslin beklenmedik marşı oldu.
30 yaşımı görmeyeceğim
MTV’nin klibi yayımladığı günden sonrası da artık tarihin konusu. Kurt Cobain, Bob Dylan ve John Lennon’la karşılaştırılan bir ikon olmakla, ‘Rape Me’ şarkısı yüzünden Walmart mağazalarında albüm satışı yasaklanan ‘persona non grata’ (istenmeyen kişi) olmanın arasında kıvrandığı hayatının son dönemecine girdi. Courtney Love’la ilişkisi, John Lennon ve Yoko Ono’nunkine benzer bir nefretin hedefi oldu. Bir yandan delice saklanmak istediği, diğer yandan titizlikle koruduğu şöhreti, trajik sonun yolunu açtı.
Hayatının son günlerinde Aurora Caddesi üzerindeki Marco Polo Motel’in 226 numaralı izbe odasında uyuşturucu kullandığında ancak yalnız kalıyordu. Courtney Love’ın hâlâ gözleri dolarak anlattığı bir New York konseri sonrası ‘aşırı doz’un kıyısından döndü.
Seattle’lı müzik yazarı Charles Cross’un bu yıl yeniden basılan biyografi kitabı ‘Cennetten de Ağır’da (Türkçesi Epsilon Yayınları’ndan çıktı) alıntıladığı bir sohbette, “30 yaşında ne yapacaksın?” sorusuna, “30 yaşımı görmeyeceğim” diyordu: “Ondan sonra ne olduğunu biliyorum ve yaşamak istemiyorum.” Ölümünden altı ay önce kaydedilen efsanevi MTV akustik konseri kendi çaresizliğine bir ağıt. Öte yandan, tüm kırılganlığına rağmen rock tarihinin en kudretli gösterisi.
Efsaneye haksızlık mı anısına saygı mı?
8 Nisan 1994’te tüm dünyayla birlikte Seattle da sevgili altın çocuğunu uğurladı. Binlerce kalbi kırık hayranı şehir merkezinde toplandı. En son görüldüğü bar Linda’s’ın önü gazeteci doluydu. Ama içeride yoğun bir sessizlik vardı. Cobain’in cesedi, Courtney Love’ın isteğiyle yakıldı, küllerinin yeri gizli tutuldu. Seattle’da evinin önündeki hırpani bank dışında onu anacak hiçbir şey yok. İzini sürmeye, anısını yaşatmaya çalışsanız sanki derinlere saklanan çok müstesna bir aile yadigârının kutsallığına kastetmişsiniz gibi kötü hissedersiniz. Kendini öldürmek için silah aldığı yer, içtiği sidik kokulu barlar, gizlendiği küflü motel odaları tüm yorgunluklarıyla, hiçbir şey olmamış gibi duruyor. 25’inci yılında hâlâ şehrin en sosyete muhitindeki evinin önüne çiçek bırakmaya gelenler mahalle sakinlerini ‘rahatsız ediyor’. Belki Seattle biricik efsanesine haksızlık ediyor, belki de o böyle isterdi diye anısına saygı duyuyor. Grunge’ın değeri turistik mağazalarda kareli gömlek satmaya düşmüş olsa da, dünyayı yerinden oynatan üç yılın hikâyesini en iyi bu kasvetli Pasifik kıyıları biliyor.
Grunge bir mitolojiye dönüşüyor
Eskiden müzik konusunda ciddiysen Los Angeles’a ya da New York’a gitmen gerekirdi. Seattle, alabildiğine güzel, trajik, gizemli ve şiirsel Kurt Cobain sayesinde çelişkili, soğuk hatta yabani bir şehir olmaktan çıkıp müzikal kültürü kutlayan (en azından görünürde) bir yere dönüştü. Dünyanın her yerinden sanatçılar buraya akmaya başladı, şehir bir anda yaratıcılığın filizlendiği verimli topraklara dönüştü. Bugün hâlâ onlarca mekânda, haftanın her günü iyi müzik dinleyebilirsiniz. Ama gitgide büyüyen ekonomi, yükselen yaşam koşulları ve teknoloji şirketlerinin patlaması, sanatçıların güçlerinin yettiği Tacoma, Olympia gibi kentlere taşınmasına sebep oluyor. Eskiden Nirvana gibi grupların çaldığı konser salonlarının yerini gökdelenler alıyor. 25 yıl sonra 90’ların grunge ortamı, kendini bir mitolojiye teslim ediyor.