Güncelleme Tarihi:
- Evet, babalarla barışmadan hayata devam etmek çok mümkün değil. Anne, baba ve çocuk ilişkisi içinde anne şefkati ve evin içini, babaysa dışarıyı temsil eder. Bu, bütün toplumlarda böyledir. Hayatla nasıl bir ilişki kuracağımızı belirleyen şey, babamızın hayatla nasıl bir ilişki kurduğudur. Sadece kendi hayatını yaşayan bir babamız varsa, o zaman hayatı kendimiz, el yordamıyla öğrenmek zorunda kalıyoruz. Çoğumuz da bunu başaramıyor. Öğrenemediğimizde de sağa sola çarpıp kendimizi yaralayıp duruyoruz.
Babayla ilişkinin, bütün hayatımızı etkilediğinin farkında mıyız?
- Hiç değiliz! Türkiye öyle bir ülke ki, neredeyse hiç kimsenin gerçekten babası olmamış. Korkulan, uzakta, başımızı bile okşamayan yabancı bir adam o! Şanslıysanız, bir arkadaşınızın babasını görüp “Aa babalık meğer başka türlüymüş” deyip hayatınızı başka türlü kurgulayarak, o eksiği kapatacak ilişkiler inşa etmeye çabalayabilirsiniz. Ama babalar, babalık yapmayı bilmediği için, “Olması gereken buymuş” diyerek, babasızlığın yarattığı boşluğu kapatmaya çalışmadan yaşayıp gidiyor insanlar. Hayat hep eksik yaşanıyor. Yarım kalıyoruz.
Ama sonuçta aklımız var...
- Evet, “Ben annemden-babamdan görmedim ama bunu çocuğuma başka türlü göstermek istiyorum” diyebiliriz. İyi baba çocuğuna cesur olmayı, adım atmayı, risk almayı öğretir. Babalık, ceza vermek, bağırıp çağırmak değildir. Oysa kuşaktan kuşağa başka türlü bir babalık aktarılmadığı için erişkin hayatımızda da küçük bir çocuk gibi, bağıran, azarlayan otorite figürleri karşısında susmaktan ve korkmaktan başka bir şey gelmiyor elimizden. Oysa artık büyüdük ve bize bağırana, üzerimize yürüyene, tehdit edene sakince dur, bana böyle davranmana izin vermiyorum diyebiliriz. Ama maalesef bunu hiç öğrenmedik.
Hayatın anlamı yok, neden olsun?
Kitapta hayatın anlamına dair bir bölüm de var. Nedir anlamı?
- Bu soruyu Çehov’a sormuşlar, “Bir havucun anlamı neyse hayatın anlamı da odur” demiş. Hayatın anlamı yok. Neden olsun? Bize kimse doğmak isteyip istemediğimizi sormuyor, hayata öylece fırlatılıyoruz. Yaşıyoruz ve ölüyoruz, evren için hiçbir şey ifade etmeden. Ama bu kısacık ömür içinde, öleceğimizi bildiğimiz için hayata bir anlam yüklemeye çalışıyoruz.
Bu herkes için mi geçerli?
- “Nasıl bir insan olmak istiyorum” sorusunu kendine sormaya cesaret edenler, belli değerler belirleyip onlar doğrultusunda bir hayat sürmeye çalışıyor. Bu yolla varlığına bir anlam katmaya çalışıyor ve o soruya içten, dürüst bir yanıt verebilmişse, bu anlama ulaşıyor da. Ama şu an kendimize tutalım aynayı, biz ne yapıyoruz? Siz bir gazeteci olarak benimle söyleşi yapıp çarpıcı başlıklar çıkararak okunmak istiyorsunuz, fotoğrafçı arkadaşımız fotoğrafına bakılsın diye güzel bir kare yakalamaya çalışıyor, ben kitabım okunsun diye kitabımla ilgili doğru ifadeler bulmaya çalışıyorum. Biz şu an gerçek benliklerimizle mi buradayız? Bence, hayır! Buradaki dört varlık içinde, (odada kedisi de var) gerçekten otantik yaşayan tek varlık o! Biz ise olduğumuzdan farklı davranıyoruz, çünkü öleceğimizi biliyoruz. O yüzden de hayatımıza anlam yüklemek zorunda hissediyoruz. Ama kedi öleceğini bilmediği için hayatı anlamlı yaşamak zorunda hissetmiyor, öylece durabiliyor.
“Depresyon her zaman bir hastalık değildir” demeniz neden?
- Mutsuz olmayı depresyon sanıyoruz. Sevgilim terk etti diye depresyona girmem, mutsuz olurum. Ya da projeyi yetiştiremediysem patron kızdığında depresyona girmem, kaygılanırım, mutsuz olurum. Türkiye’de doğru dürüst bir psikoterapi eğitimi olmadığı için, bu tarz bir sorunda psikiyatr ‘tık’ diye antidepresan yazıyor. Hayatımdan memnun olmadığımda, o durumu değiştirmek için küçük dünyamda bir isyan yaşamak, muhalif olmak ve bir şeyleri değiştirmek için çaba sarf etmeliyim. Her şeyi depresyonla açıklamak çok sağcı bir söylemdir, insanların isyan etmelerini engellemek içindir.
Doğacak ilk kız çocuğuna ‘Onur’ adı vermeliyiz
Onur neden bir erkek ismidir? Ya da şeref, erdem? Bütün bu olumlu kavramların savaşlar çıkaracak, tecavüz etmek için fırsat kollayacak, cinayetlerin yüzde 99’unu işleyecek olan erkek çocuklarına veriliyor olması bilinçdışı bir günah çıkarma, kurban kadın ve çocuklardan çaresizce af dileme midir? Dayak yiyen çocuk, tecavüze uğrayan kadın, işkence gören mağdur onurunu korumak zorunda mıdır? Onların en onurlu davranışı intikam almaktan vazgeçip yaşamaya devam etmek olmaz mı? Buna katlanamayıp ruhsal bir hastalıktan mustarip olmak onursuz bir davranış mıdır? Neden hâlâ psikiyatrik rahatsızlığı olanlar bu toplumda damgalanmaktadır? Toplumsal onurumuz olmadığı için olabilir mi? Belki de artık Nietzsche’nin bütün ahlaki değerler için bize tavsiye ettiği değerlendirmeyi yapmanın zamanı geldi. Bir adım geri çekilmeli ve onurun gerçekten gerekli olup olmadığını sormalıyız kendimize. Sonra onu yeniden tanımlamalı ve doğacak ilk kız çocuğuna da ‘Onur’ ismini vermeliyiz.