Güncelleme Tarihi:
New York’ta 1977-1979 yılları arasında, sadece 18 aylığına açık kalabilen bir gece kulübü tarihe ‘her şeyi değiştiren kulüp’ olarak geçer. Kurucularından Ian Schrager, ‘Amerikan rüyası’nın ta kendisi. Brooklyn’de geçim derdi bitmek bilmeyen bir aileden çıkar, başarma arzusu ve zekâsı onu sıfırdan zirveye taşır. İlk işi, Andy Warhol’dan Liz Taylor’a, Michel Jackson’dan Mick Jagger’a, Woody Allen’a kimi ararsan orada bulabileceğiniz Studio 54’ü açmak olur. Öyle bir kulüp ki, ‘kalp kırpması’ bile dönemi şekillendiren bir sanat işine, bir disko hitine dönüşür. Niles Rodges açılış gecesi içeri alınmaz, eve döner, sinirinden yazdığı şarkı, ‘Freak Out’ dönemin en büyük hitlerinden biri haline gelir misal. Kulüp, kısa sürede Beyaz Saray’ın, FBI’ın bile gündemi olur. “Ruhsatı olmayan bir mekândı. İşletme adına neredeyse hiçbir şey yasal değildi. 70’lerden bahsediyoruz sonuçta...” diye hatırlıyor o dönemi Schrager. Vergi kaçakçılığı nedeniyle 3.5 yıl hapis cezası ve 13 aylık hapis, Schrager’ı hayatta başladığı noktaya geri döndürse de o, tekrar sıfırdan var olmasını bilir. Başta The Edition otelleri olmak üzere son 20 yılda ‘yaratıcılığını’ üstlendiği otel ve mekânlarla, dönüşü her zamanki orijinalliğinde olur...
Studio 54 döneminin yaratıcısı olarak günümüz popüler kültürünü, sanatını, eğlence anlayışını nasıl okuyorsunuz?
- 70’lerde insanlar ürettikleri sayesinde konuşulurdu. Önce çalışır ve üretir, sonra ortaya çıkardı. Artık durum farklı: Önce şöhret oluyorsun, sonra mesleğine karar veriyorsun. Şöhret kültürü, gereğinden daha fazla büyüdü. İyice şişti. Her şöhret, kendi parodisini yaratmaya başladı. Vasata tapmak, insanı fark etmeden uyuşturur. Gittikçe uyuşan toplumlar, taklitlerle yetinmeye başlar. Taklidi hazmetmek kolaydır çünkü. Kafa yorman ve üzerinde çok da düşünmen gerekmez. Kullan-at, bas like’ı geç... Taklit taklidi doğurdu, bu döngü birkaç kez tekrarlandı, taklidin de taklidi derken sonunda Kardashian doğdu. Anlamıyorum ben bu Kardashian’ları. Anlamak da istemiyorum sanırım. Üzerine düşünecek, konuşacak kadar mühim bulmuyorum.
* 70’lerin sihri neydi sizce?
- Topluma belli bir sınıf ya da kültür hâkim değildi. Zenginle orta sınıf arasında böyle bir uçurum yoktu. Kimse ‘hedge fonu’, yatırım vs. nedir bilmezdi. ‘Wall Street tipleri’ henüz doğmamıştı. Her şey bu kadar kapitalleşmemişti. Sahnede yalnızca kreatif kitle vardı. Sanat, müzik, moda, herkes ve her şey iç içeydi. İnsanların kendini kategorize etme derdi de yoktu. Herkesin istediğini giyip çıkardığı ve denediği bir dönemdi. Bu yüzden yaratıcılık had safhadaydı.
* Zamanla değişen ne oldu da 70’lerdeki efsanevi kuşağın gerisi gelmedi?
- Kapitalist düzen ağır bastı. Her şey kapitalleşti ve başrolü para kaptı. Sanatta da, modada da, her yerde... Müzisyeni de yazarı da sanatçıyı da para kazanma telaşı sardı. Para kazanmak için de belli formüller, kurallar, kategoriler vardı. Etiket, yaratıcılığı öldürdü.
* 54’ün bir sırrı var mıydı yoksa her şey biraz tesadüf, biraz ‘doğru zaman/doğru yer’ kuralı mı?
- Studio 54’ü, şehirde bizim kafamızda, gidip dans etmek istediğimiz bir kulüp yok diye açtık.
* Nasıl bir yer arıyordunuz da bulamıyordunuz?
- Şöhreti, dansçısı, eşcinseli, transı, aklına gelecek her türden insanı bir araya getiren bir kulüp... Öyle de oldu. Sadece VIP’lere yönelik ya da herhangi belli bir kitleye hitap eden bir kulüp yapmak en büyük hatadır.
m Altın dönemini 70’lerde yaşayıp hayatının geri kalanını sermayeden yiyerek, o dönem ürettiğini remiksleyerek ayakta kalan tasarımcı, müzisyen ve yazar çok. Bir yandan size bakıyorum, sürekli ileriye ve yeni olana bakıyorsunuz, işin nostalji kısmında pek takılı kalmıyorsunuz.
- Keşfedilecek ve üretilecek o kadar çok şey var ki nostalji, insan için zaman kaybından başka bir şey değil. Sürekli yeni bir fikir döner kafamda.
* 71 yaşında sizi hâlâ bu kadar yaratıcı, enerjik ve kreatif kılan ne?
- Çok basit: Sokağın kendisi. Sokağa karışırım. Metroda dolaşırım. Sade anlatımın en doğal ve ‘hayattan halini’ ararım. Gözüme takılan detayları, etrafımda konuşulanları not alırım. Gazetede gördüğüm bir kupür, alışveriş yaptığım mağazanın torbası... Yaratıcılık, zenginliğe ya da imkâna bakmaz.
* Uluslararası projeler için de aynı taktik işe yarıyor mu? The Edition Bodrum’a nasıl hazırlandınız misal?
- Lokal deneyimler ve ritüeller yaratarak... Türkiye’de kahvaltı denen, son derece özgün ve zengin, adeta merasim şeklinde gerçekleşen bir ritüel var mesela. Lüks, artık zenginlerin tekelinde değil. Bugün lüks bir kahve deneyimini tanımlayan, ne kadar pahalı bir porselende sunulduğu değil, aşkla, tutkuyla o çekirdeğin harmanlanmasında, öğütülmesinde. Lokal deneyimleri de bu anlayışla yeniden yorumluyoruz.
* “İhtiyacınız olan ve isteyebileceğiniz her şey var” diyorsunuz...
- Evet, konsept bu. Çünkü ‘ihtiyacın kadar’, seni asıl mutlu edecek olan. Gereksiz ihtişam ve abartı çoktan geçerliliğini yitirdi, miadını doldurdu.
Gerçek orijinalite budur!
* The New York Edition’ın içindeki restoran, ‘Clocktower’ın duvarları, şehrin ikon isimlerine saygı duruşu niteliğinde. Bodrum’da bir tür uyarlaması olacak mı bunun?
- Her The Edition’un kendine has bir hikâyesi var. O ‘saygı duruşu’ fotoğraflar, New York’a özel. Bodrum’un farklı bir ruhu ve detayları olacak. Bilmem gereken bir ikon varsa paylaş ama...
* Zeki Müren’i anmamız, fotoğrafını Google’lamamız farz oldu şu an...
- (Schrager’ın iPhone’undan birlikte Zeki Müren fotoğraflarını incelerken...) Gerçek orijinalite budur işte! Muhteşem! 54’ü 54 yapan da o dönem insanlarındaki orijinal olabilme ve kalabilme cesaretiydi.
* Kaç sene geçti son Türkiye seferinizden bugüne?
- İstanbul’a ve Türkiye’ye ilk ve son gidişim bundan 10 yıl önce, sanırım 2006.
O güne kadar dünyanın farklı noktalarında, ‘Doğu-Batı sentezi’ adı altında birçok iş yapmıştım. Fakat İstanbul’u gördüğümde gerçekten anladım ‘Doğu-Batı sentezi’nin ne olduğunu. Gerçek bir harmoni. Bütün seyahat boyunca ağzım açık kaldı. Bir şehir, bir toplum nasıl bu kadar kendine has olabilirdi?
* Sizi en çok şaşırtan detay ne oldu?
- Sultanahmet Camii’ne giriyorsun mesela... Öyle bir aydınlatma, tavandan sarkıtılan lambalar kullanmışlar ki... Mavi-beyaz çiniler o kadar kendine has ki... Kim bilir kaç otel, ev, mekân tasarlarken kullanmışımdır ilham olarak Sultanahmet’te gördüğüm o kareyi... İstanbul’un mistikliği de buradan geliyor. İlham karesi, en ummadık yerlerde karşına çıkabiliyor.
* Başarının yüzde 80’i doğru yerde doğru zamanda olmaksa yüzde 20’si de ne zaman ayrılacağını bilmektir diyorsunuz. Nereden bileceğiz ayrılmak için doğru zamanın geldiğini?
- Kendini yokla. İstediğine ulaşmana rağmen biraz olsun daha fazlasını istemeye başladığın an, bil ki ayrılma zamanın gelmiş.
* İnsan bu. Sürekli daha fazlasını istemeye programlı...
- Daha fazlasını istemenin sonu yoktur. Çok değil, iki adım sonrası zifiri karanlık. O girdaba bir düştün mü sonra çıkış yolunu da bulamazsın. Daha fazla başarının ve paranın seni daha mutlu edeceğini düşünürsün. Oysa çark tersine dönmeye başlar.
* Daha fazlasını istemeden kendimizi nasıl motive edeceğiz peki?
- Yeni şeyler söylemenin hazzını hissederek. Doğru ya da yanlış, iyi ya da kötü olması dert değil. Mühim olan yeni durması. Yeni kalabilmek adına ne zaman ayrılacağını iyi bilmelisin.
* İyi bir partiden ne zaman ayrılmalı?
- Gelmesi gereken herkes geldikten, yani kalabalık tam kıvamını bulduktan 20 dakika sonra... Studio 54 yıllarından kalma bir alışkanlık. Geceyi ne zaman bitirmem gerektiğini bilmeseydim bugün burada olamazdım.
Bir odada en çok konuşan ve konuşulandan daima kork
* Çok ihtişamlı bir döneme tanıklık ettiniz ama bugün ‘Sadelik, yeni lüks’ cümlesini tekrar ediyorsunuz her fırsatta. Hiç olmadığı kadar gürültülü bir çağda insan nasıl hayatını sadeleştirebilir?
- Sade yaşamayı bilen, en zenginden bile daha mutlu ve lüks bir yaşam sürer. Lüks bir yaşam için zengin olman gerekmiyor artık. Ne kadar sade, o kadar lüks... O sadeliğe ulaşman için de her seferinde kendini yeniden keşfetmen ve aslında ne istediğini tekrar tanımlaman gerekiyor. Kimliğin de isteklerin de sürekli değişir çünkü. Bu ikisini çok net bir şekilde tanımlayabildiğinde ancak sadeleşebilirsin. İhtiyacın kadar kullanır, tasarlar, konuşur, yaşar, sonra da gözün arkada kalmadan ölürsün.
*Size göre hayatta en büyük başarı ‘sade insan’ olabilmek midir?
- Kesinlikle. Bir odada en çok gürültü çıkaran insan olmaktan korkun. En fazla ilgi çeken, göze batan, konuşan ya da konuşulan aslında bir şeyler saklıyordur. Etrafından değil, kendisinden.
Ian Schrager’dan iki Bodrum sürprizi
1. Dünyanın en ünlü restoranları arasında bulunan El Bulli ve Mugaritz’in Perulu şefi Diego Munoz, The Bodrum Edition için iki özel restoran açıyor: ‘Kitchen at The Bodrum EDITION’ın ruhu; daha çok Akdeniz, sloganı; zindelik ve sağlıklı yaşam. ‘Brava’ysa bir Akdeniz-Asya esintilli Latin Amerika mutfağı.
2. “Diskosuz olmaz” diyor, içeri bir de ‘Discetto’ yerleştiriyor. ‘Mönüsünde’ canlı müzik ve uluslararası DJ’ler var.