Güncelleme Tarihi:
1943 yılında yazılmış satırları okumak insanda garip bir heyecan yaratmıyor mu? Bu konulara hayatını vermekte olan, yemekle uyanıp,rüyasında da yemekle haşırneşir, bir taraftan da idealizmi ve memleketi için çok çalışmayı kendi çıkarlarından önceye koymanın ahlakına inanan biri olarak, bu satırlar daha da manalı geliyor.
71 sene evvelki tespiti ve aşçılık akademisi kurmakla ilgili çözümü ve ‘çorbaya çevirmemek şartı ile’ diyerek eklediği uyarısı çok net ve öngörülü. Şu an
açılan pek çok yemekle ilgili bölüm ve üniversitelerde yöneticilik ve hocalık yapanların üzerinde düşünmesi gereken ağır bir mevzu bu.
Karışık İstanbul mutfağı nefis bir niteleme. Benim ilk kitabımdaki ‘Yeni İstanbul Mutfağı’ da aslen bu günün karışık İstanbul mutfağını temsil eder. Belki Musevi, Ermeni ve Rum nüfusu çok azaldı ancak yeni azınlıklar doğdu. Pazarları ayinlere giden ve evlerde yardımcı olarak çalışan Filipinliler fark etmeden yeni bir kültür yaratıyor. Türkmenler, göçmenler ve belli bir süre zarfında Suriyeliler de bu alana girecek. İstanbul’da bugün halen köyünden göçenler belli alanlara yerleştiler. Nevşehirliler Yenibosna’da, Kastamonulular Üsküdar’da, Vanlılar Adalar’da gibi...
YOĞURDUN TADINI UNUTACAK MIYIZ?
Sütün mayasından peynir, tavuk ve tohuma kadar her şeyde yerel ve kültürel mayamız bozulmak üzere. Endişenin artan nüfusu doyurmak ve uluslararası sağlık standartlarına gelmekten kaynaklandığını biliyorum. Ancak bu bizim dünya çapında artizan beyazpeynir üreticisi olamamamız, gerçek yoğurdun tadını unutmamız ve onun sağladığı imkânlardan yoksun kalmamız anlamına da gelebilir. On yıl içerisinde de besleyici değerleri olmayan gıdalarla baş başa kalabiliriz. ‘Karışık İstanbul Mutfağı’nın doğmasına sebep olan göçlerle beraber metropol denen şehir kültürünün kendine has örf, âdet ve gelenekleri olan yörelerimize televizyon gibi mecralardan sirayet eden durumları da eklenince halk mutfağının birçok unsuru unutulup elden gitme tehlikesi taşıyor.
Bunun için de, bizlerin, aşçıların, yörelerdeki turizm işletmecilerinin, bu topraktan parasını kazanan büyük markaların bu değerler bitmeden bunlara sahip çıkmaları gerekiyor.
MİDYE DOLMADA BİZANS ÜSLUBU
Maksada dikkat ediniz. Neden ‘Osmanlı Mutbağı’ diyorum da Türk aşçılığı tabirlerini kullanmıyorum. Zira Osmanlı edebiyatı ve Osmanlı musikisi gibi ancak küçük bir zümrenin işine yaramış bir Divan aşçılığı vardır da ondan... Fikrimce aşçılığımızı derinden incelerken üç faza ayırmak lazımdır:
1. Osmanlı saltanatı mutbağı;
2. İstanbul şehri karışık halk mutbağı;
3. Anadolu mutbağı...
Osmanlı saltanatı mutbağı, imparatorluk kaynaklarından faydalanarak büyük masraflar, madde ve işçi, hatta mütehassıs aşçı bolluğu sayesinde vücude gelmiş şatafat mutbağıdır. Divan musikimiz ve edebiyatımız gibi dış ve yabancı tesirler altında kalmış, çok harçlı, fazla ince, külfetli ve yüklü olan bu yemeklerde ustalık son haddine çıkarılmıştır; gerçekten nefis parçalardır. Fakat o mutbak artık devrini ikmal etmiştir. Eski şekliyle bugünün hayat ve sıhhat ve ekonomi şartlarına uymaz. İçlerinden bazısını seçip şimdiki kesemize, midemize tercüme etmemiz lazım gelir!
İstanbul şehri karışık halk mutbağında da yabancı veya mahalli tesirler görülür. Mesela midye ve balık dolmasında bir bizans üslubu, işletmeciliği, zevki, çeşnisi vardır; oyuncaklı, hokkabazca işlerdir. Midye kabuklarını temizleyerek aralarına pirinç doldurup kapatmak, uskumruyu boşaltarak şeklini bozmadan içine harç tıkıştırıp kızartmak şeytanın aklına gelmeyecek marifetlerden değil midir?
Fakat orta halli İstanbullu’nun ev kadını yemekleri hele zeytinyağlı zerzevat, dolmalar, sütlüler faslında gerçekten nefistir.
Anadolu mutbağına gelince, yapılış sadedir, özlüdür, kabalığa benzeyen manzarası içinde lezzetli ve gıdalıdır; bir azınlığın değil çoğunluğun hayat şartlarına elverişlidir. Mesela mantı, erişte gibi hamur işleri, tarhana çorbası gibi şeyler... Şu var ki yaz zerzevatı bakımından da bu mutbak çeşitsiz ve siliktir.
(…) Marifet, saydığım üç mutbaktan eleme yaparak unutulmuşları hatırlatıp, unutulması lazım gelenleri kenarda bırakıp, ortaya asrın ihtiyacına, zevkine uygun yeni bir Türk mutbağı koyabilmektir.
Bu yalnız ‘Aşçılık Okulu’ ile olacağa benzemiyor. Dil meselelerinde olduğu gibi ağız zevkini de yoluna koymak için bir ‘Aşçılık Akademisi’ de isteriz. Çorbaya çevirmemek şartı ile!
Refik Halid Karay, Tan,
14 Şubat 1943