Karşımda kendi çapında bir tarih oturuyor... İsmi Atilla Salih Yücer ve kadrajımıza yeni yeni giriyor. 1978 Güney Afrika (Bloemfontein) doğumlu. Halihazırda Amerika’da yaşıyor ve son dönem izlediğimiz birçok ‘hatırı sayılır’ filmin perde arkası ekibinde yer aldı. Mesleki dildeki kimliği ‘yardımcı yönetmen’. Kariyerindeki çok önemli bir adım için (ilk filmini çekmek) Türkiye’ye geldiğinde buluştuk, hasbihal eyledik ve bize hayat öyküsünü anlatmasını istedik.
Atilla’nın babası Dünya Bankası’nda çalışıyormuş, doğumu sırasında görev yeri Lesotho’ymuş. Lakin çevredeki en uygun hastane sınırın öbür yanındaki Güney Afrika’da olunca, kütüğe orada yazılmış! Washington, Kenya, Zambiya, Sierra Leone, Pakistan, Yemen derken adeta ‘Dünya vatandaşı’ bir kimliğin eşliğinde büyümüş. Yerleşik (!) hayatı ise orta-lise yıllarında yatılı okuduğu İngiltere’de tatmış. Üniversiteye ise Paris’te İngiliz Dili ve Edebiyatı okuyarak başlamış ama iki yıl sonra eğitimini çocukluktan beri en sevdiği şeyde sürdürmeye karar vermiş ve New York Üniversitesi’nde sinema okumuş.
Peki ya bu topraklarla ilgisi? “Yazları anneannemleri, amcamları görmeye Türkiye’ye geliyorduk. Uzaktan sevdalandığım bir yerdi burası. Hiç Türkçe okumadım ama Türkçeyi ailemden konuşarak öğrendim.”
‘Atilla The Turk’Mezuniyet sonrası mesleğe adım atmayı düşünürken ‘11 Eylül faciası’yla birlikte dengeler değişmiş. “Türk pasaportum var, yani ‘Yabancı’ konumundayım, kısa süreli oturma izinleriyle idare ediyorum. İşsizlik ve depresyon ortamından kurtulmak için Türkiye’ye geldim, Lakin burada çaldığım kapılarda ‘Tamam, biz seni ararız’ diyorlar ama ne ilgilenen ne arayan var.” Birkaç küçük hamle derken Bulgar yapımı, kadrosunda Nejat İşler’in de yer aldığı ‘Çalıntı Gözler’le macera başlıyor. “Sonrası gelmedi. Üç yıl yine boşluk. Tekrar Amerika’ya döndüm. Kaliforniya’da mermer sattım, New York’ta bahçıvanlık yaptım. Derken küçük bütçeli (mesela 50 bin dolarlık) kimi filmlerle sektörde ısınma turlarıma başladım. Bana da, atıyorum 800 dolar falan veriyorlar. O sırada Yönetmenler Birliği’ne üye oluyorum, böylece hem bir tür ‘resmi’ kimlik kazanıyorum hem de haklarımı koruyacak bir oluşuma dahil ediliyorum.”
Yavaş yavaş tanınıyor, hatta ‘Atilla The Turk’ lakabıyla öne çıkıyor. İlk büyük işi ise bağımsız sinemanın bir dönem çok sevilen ismi Todd Solondz. ‘Dark Horse’ adlı bu filmde yardımcı yönetmen. Kadroda iki büyük oyuncuya rastlıyoruz;
Christopher Walken ve Mia Farrow.
‘Christopher Walken’a komut veriyorum, bu gerçek mi?’“İnanamıyorum; sette Christopher Walken var. Ona ‘Şöyle yapacaksın, böyle yapacaksın’ diye komutlar veriyorum, sözde ‘cool’ takılıyorum ama heyecandan ölüyorum. Bir köşeye gidip kendimi tokatlıyorum ‘Bu gerçek mi?’ diye.”
Ya Todd Solondz? “Garip adam Todd. O kimseye, kimse de ona pek ısınamıyor. Mesafeli, tabii bu durumda ben ortada kalıyorum. Ve istediklerini de benim üzerimden söyletiyor. Örneğin Christopher Walken’a gidip her şeyi ben söylüyorum, o da itiraz ediyor tabii, mesal beşinci tekrardan sonra ‘Ee, yeter’ diyor, nedenini soruyor. Ben de gidiyorum Todd’un yanına, sonra gelip ‘Ortada görünmüyorsun, kenara fazla kaymışsın’ falan türü gerekçeler söylüyorum. 12. tekrardan sonra Christopher başlıyor bağırmaya. İşin garibi adam çekimler öncesi sete
aslan yelesi gibi saçlarıyla geldi, Todd da karaktere uygun olmadığı için o güzelim saçları kestirtti. Ama çekimlerde peruk takması gerekti, yine kızdı tabii, ‘Madem peruk taktıracaktınız, niye saçlarımı kestirdiniz?’ diye. ‘Gözlerinin rengine uymadı’ falan filan, böylesi gerekçelerle o durumu da atlattık.” Ya Mia Farrow? “Çok tatlı, sevimli bir kişilik. Herkesle iyi geçindi, ben de her fırsatta yanına gidip eski filmlerini, eski günleri soruyorum.”
Jarmusch’un setinden geldiKariyerindeki sonraki
film Steve McQueen’in ‘Shame’i oldu. “Artık sektörde tutunmak istiyorum ama bir yandan da ‘Olmadı döner tekrar bahçıvanlık yaparım’ diyorum. Bir yerlerde Steve McQueen’in Amerika’da film çekeceğini okudum. ‘Hunger’ı seyretmiş, çok etkilenmiştim. ‘Bu yeni projede yer almalıyım’ diye kafama koydum. Kim McQueen’i tanıyorsa ona musallat oldum, herkesi arıyorum. Tam bu sırada ilginç bir şey gelişme yaşandı, birinci asistanı aradım, dedi ki ‘Ben karımdan boşanıyorum, başım dertte, memlekete dönüp bu meseleyi halletmem lazım. Sen gel benim yerime çalış ama sakın bana laf getirme.’ Böylece işe dahil oldum.”
Atilla Salih Yücer’in yolu, sonrasında David Gordon Green’le kesişiyor. Hem yardımcı yönetmenliğini yapıyor, hem de bazı projelerde ‘yürütücü yapımcı’ oluyor. ‘Prince Avalanche’la başlayan bu birliktelikte ‘Joe’, ‘Manglehorn’ ve son olarak ‘Halloween’ var...
‘Kutsal Geyiğin Ölümü’nde birlikte çalıştığı Yorgos Lantimos’la ise yolları ‘Sarayın Gözdesi’nde bir kez daha kesişti. 10 dalda Oscar’a aday olan film, bu hafta Türkiye’de de vizyona girdi.
Atilla’yla buluştuğumuzda İstanbul’a, Jim Jarmusch’un son filmi ‘The Dead Don’t Die’yı tamamlayıp gelmişti. Kadrosu itibariyle tam bir ‘Yıldızlar geçidi’ olan bu yapımın ardından da ünlü dizi ‘Sopranolar’ın sinema filminin çekimlerine yollandı. Ona bundan sonraki yolculuğunda içeride ve dışarıda başarılar diyoruz...
Bir Yunanla bir Türk...
Gelelim ‘Kutsal Geyiğin Ölümü’ ve sonra da ‘Sarayın Gözdesi’nde Lanthimos’la çalışmana... “Valla ‘You Were Never Really Here’ öncesi Lynne Ramsay’le görüşüyordum. O sırada Lanthimos’un Amerika’da film çekeceğini duydum, İrlanda’daki şirketini aradım. Dediler ki ‘Daha Amerika kesin değil, Kanada da olabilir’. Neyse, Ramsay’la görüşmeler iyi gitti ama iş olmadı, tam o sıralarda bir telefon, ‘Lanthimos New York’a geliyor üç günlüğüne, orada görüşebilirsin.’ Sundance’teydim, koştum gittim hemen. Görüşme o kadar iyi geçti ki, birbirimize hemen ısındık. Sonrasında ‘Kutsal Geyiğin Ölümü’nü çektik. Bir Yunanla bir Türk; Amerika’nın ortasında. O tam Yunan sayılmaz, Londra’da yaşıyor, ben de dışarıda büyümüşüm ama kültürel kökenler, tarihi meseleler derken çabuk kaynaştık.”
Sonrasında ‘Sarayın Gözdesi’yle devcam etti ortak çalışmalarınız. “Bu kez film Londra’da çekilecek, çevresinde o kadar İngiliz asistan varken Yorgos beni istedi. Gittim, bana Yorgos’un mahallesi Islington’da bir ev tuttular, orada kaldım. Sonrasında da çekimlere başlandı. Ben zaten hikâyeyi biliyordum, 10 yıldır bu filmi çekmeyi düşünüyordu ama hikâyeyi beğenmiş, senaryoyu gözü tutmamıştı. Avustralyalı bir yazara (Tony McNamara) verdi, o elden geçirdi, Kraliçe rolünde Olivia Colman baştan beri aklındaydı, diğer roller değişti, derken nihayetinde farklı bir işe imza attık. Benim için de çok değişikti, ilk kez tarihi bir yapımda yer aldım. Provalar çok ilginçti; Yorgos oyuncuların ezberlerini bozmaya, adeta üzerlerindeki eski giysileri çıkarıp yeni kıyafetlere, yorumlara soyundu. Kadroda Shakespeare oyuncuları var, ekipteki İngilizler bize işte ‘Kraliçe bir yere girdiğinde şunu yapar, bunu yapar, şurdan çıkar vs.’ diye hatırlatmalarda bulunuyorlar, Yorgos ise ‘Boşverin saray kurallarını, hangi açı daha iyiyse, neresi daha iyi gözüküyorsa öyle yapalım’ diyordu. Gayet neşeli, zevkli geçti çekimler ve film sonuçta 10 dalda Oscar’a aday.” Gidecek misin Oscar törenine? “Gideceğim ama aslında derdim tören gecesi değil, bir hafta boyunca orada olmak, ortamın havasını solumak ama bakalım bu mümkün olacak mı, meraktayım.”
‘Filmimde Nejat İşler ve Haluk Bilginer oynayacak’
Haluk Bilginer, ‘Halloween’de ‘Dr. Sartain’ karakterinicanlandırmıştı. Sanki bugüne kadar hep bençte teknik kadronun parçasıydın, artık teknik direktörlüğü üstlenmenin zamanı gelmedi mi? “Geldi. Bu senenin sonuna doğru harekete geçmek istiyorum. Senaryoyu İngilizce yazdım, şimdi sıra geldi diyalogların Türkçeleştirilmesi ve doğru vurgulara sahip olması konusuna. Proje şimdilik bu aşamada.” Konu? “80’lerde geçiyor. İki kişi şehir dışında, çiftlik falan geziyorlar. Bir tapu kadastro işinin peşindeler, takım elbiseleriyle çiftçilere, çobanlara, köylülere dertlerini anlatmaya çabalıyorlar. Kökenlere ilişkin, basit ve sade bir öykü anlatmayı hedefliyorum.”
Ya oyuncular? “Sevdiğim oyuncular belli; Nejat İşler ve Haluk Bilginer. İkisinden de söz aldım, Nejat senaryoyu biliyor zaten. Haluk Abi’yle de daha önce üç kez çalıştım.” Bilginer’in ‘Halloween’de oynaması da senin sayende olmuştu galiba. “Evet, Haluk Abi’yi ‘New York’ta Beş Minare’den tanıyorum, orada birlikte çalıştık. Sonra ‘Rosewater’da da yollarımız kesişti. ‘Halloween’de bir doktor karakteri vardı ve David Gordon Green önce Irrfan Khan’ın oynamasını istiyordu. Ama onun bir durumu çıktı; ya başka bir çalışması vardı ya da hastalanmıştı, tam hatırlamıyorum. Neyse bu rol (‘Dr. Sartain’) için aklıma hemen Haluk Abi geldi, hemen görüşme ayarladık, David çok beğendi, sadece Haluk abi o sıralar ‘Şahsiyet’ dizisinde çalışıyordu, arada gidip geldi ve böylece ‘Halloween’de oynamış oldu.”
‘Al Pacino çok mütevazı ve kibardı’Yücer, ‘Manglehorn’da Al Pacino’yla çalıştı. “Nasıldı efsane?” diyoruz. “Bazıları çok meşhur olunca bir takım insani değerlerini kaybediyorlar, sanki normal hayattan uzaklaşıyor ve bir garip oluyorlar. Pacino ise sanki hep eskiden neyse şimdi de öyleymiş gibi bir yapıda. Ben onun kadar duygusal biri görmedim, adeta setteki herkesi gözleriyle kesiyor, enerjisini emiyor, anlıyor, empati kurmaya çalışıyordu. Acayip mütevazı, çok kibardı… Onunla çalıştığımızda (bunu problem anlamında söylemiyorum ama) tek bir dezavantajı vardı, yaşından dolayı çabuk yoruluyordu. O zamanlar galiba 73’tü, bazen “Atilla yeter, bittim, bugünlük bu kadar yeter” diyordu. Film bittikten sonra da dostluğumuz sürdü, zaman zaman mailleşiyoruz, bazen rol aldığı tiyatro oyununa gidiyorum, kulise girip dertleşiyorum.”
‘Eleştirmenlere gelince’… Bir sinema yazarı olarak madem ‘Karşı cephe’den birini bulmuşum, şu soruyu sorayım: Filmlere ilişkin eleştiri yazılarını birlikte çalıştığın yönetmenler okuyordur mutlaka, nasıl karşılıyorlar yazılanları? “Her yönetmen farklı... Yorgos örneğin, komik buluyor her zaman.” Takıntıya dönüşüyor mu mesela? “Yok, bence Yorgos bu tavırda değil ama mesela bizim David Gordon; bazen okuyor bazen okumuyor ama Hollywood'la bağlantıları kuvvetli olduğu için daha hassas bu konuda. Sonuçta ‘Halloween’ı çekiyor, filmi milyonlarca dolar gişe yapıyor tüm dünyada. Tabii bu durum onu heyecanlandırıyor, ‘Keşke benim karamsar dramlarıma ve sanat filmlerime de böyle ilgi olsa’ diye hayıflanıyor. Genel olarak konuşursak eleştirmenlerin bazıları beğeniyor, bazıları beğenmiyor; ama yönetmenler şunu çok iyi biliyorlar, bir filmi bir kişi bile sevse insan mutlu olur, bu çok güzel bir duygu. Bence de bir filmi bir kişi bile beğense bu başarıdır ve güzel bir şeydir.”
Peki sen okuyor musun eleştirileri? “Okuyorum tabii.” O zaman şunu da sorayım, sonuçta film senin değil ama emeğin çok, sen nasıl karşılıyorsun yazılanları? “Kötüyse yazılanlar tabii ki ben de üzülüyorum. Bazen arkadaşlarım çıkan eleştirileri bana gönderiyorlar, sanki onlar yazmış gibi kızıyor, tartışıyorum. Ama sonuçta ön planda olan ben değilim, iş kötüyse kimse beni suçlamayacak, fatura yönetmene yazılacak, öte yandan biliyorum ki bu projede ben çalıştım, emeğimi, günlerimi verdim, bir şekilde iyi ya da kötü, ben de yazıların bir şekilde muhatabıyım.”
Yücer, Yunan yönetmen Lanthimos’la önce ‘Kutsal Geyiğin Ölümü’nde, ardından da ‘Sarayın Gözdesi’nde çalıştı.Hangi oyuncularla çalıştı?Christopher Walken, Mia Farrow, Al Pacino, Michael Fassbender, Carey Mulligan, Nicolas Cage, Kristen Stewart, Haluk Bilginer, Benicio Del Toro, Gael Garcia Bernal, Nicholas Hoult, David Oyelowo, Lupita Nyong’o, Colin Farrell, Nicole Kidman, Jamie Lee Curtis, Rachel Weisz, Emma Stone, Olivia Colman, Adam Driver, Tilda Swinton, Bill Murray, Steve Buscemi, Tom Waits, Iggy Pop, Danny Glover.
Hangi yönetmenlerin asistanı oldu?Todd Solondz, Steve McQueen, Arnaud Desclechin,
Mahsun Kırmızıgül, David Gordon Green, Drake Doremus, Mira Nair, Yorgos Lanthimos, Errol Morris, Jim Jarmusch.