Güncelleme Tarihi:
Feriköy’ün isminin hikâyesiyle ilgili en yaygın rivayet, 18’inci yüzyılda bölgeye geldiği söylenen Mösyö Feri isimli bir Rum tüccarı işaret ediyor. İstanbul’un ünlü Levantenlerinden olan bu zat Galata’da otururmuş ama ara sıra bu bölgede ava çıkarmış. Sonunda buraya bir köşk yaptırmış. O zamanlar bu çok küçük Rum köyünün adı Aya Dimitri’ymiş ama zamanla ‘Feri’nin köyü’ diye anılır olmuş.
Feriköy’de artık ne Ermeni var ne de Rum. Ama etkileyici görünümleriyle İstanbul’u İstanbul yapan tarihi kilise ve vakıf okullarının bir kısmı hâlâ duruyor. “Ne mutlu bize ki” diye ekleyeyim. Çünkü bu kentte üç-beş yıla ne durur, ne durmaz bilinmez. Son durak Cin Deresi’nde inince karşıma dikilen Feri Loft, az ilerideki Elysium (Fantastic ve Cool blokları), birkaç sokak ötedeki FeriköyLife Residence falan derken, ufaktan korkmaya başlıyorum.
Zeytin vermese de yeşil
Son durağın yan sokağına girip yokuş yukarı yürümeye başlıyorum. Sağımda büyük bir kilise var. Ama ne yolunda yönlendirme levhası var ne de kapısında tabela... Biraz ihmal edilmiş gibi de görünüyor. Demir kapıdaki zili çalıyorum. Aya Tanaş (Aziz Atanasius) Rum Kilisesi’ymiş. Görevli Abdullah Karakulak’a “Hiç duymamıştım Aya Tanaş’ı” diyorum. “Burası çok eski kilisedir, Ayasofya’dan sonra ikinci gelir İstanbul’da” diyor. Bir kez daha cehaletimin tadına varıyorum!
İstanbul’da Aya Tanaş adına yapılmış tek kiliseymiş bu. Sultan Abdülmecit’in izniyle inşasına başlanmış. Ayda bir kere açılıyormuş. Neden? “Cemaat az, papaz da geziyor, buraya ancak ayda bir sıra geliyor” diyor Karakulak.
Eskiden kuyumculuk yapan 60 yaşındaki Abdullah Bey, 18 yıldır bu görevde. Mardinli bir Süryani. Memleketinden 18 yıl önce getirdiği zeytin ağaçları dikmiş bahçeye. Ne güzel anlatıyor nedenini: “Zeytin vermese de yeşildir daima. Hangi kilisenin bahçesine girseniz mutlaka zeytin ağacı görürsünüz. Çünkü zeytin müjdedir, berekettir, haydır daima. Hay yani hep yaşayan...”
Nerede o hamam tası?
Cin Deresi Caddesi’nde yürümeye başlıyorum. Evlere baka baka ilerlerken “Neye baktınız?” diyor biri. 58 yaşındaki Kadife Varol, Ordulu. “Biraz anlatsanıza mahalleyi” deyince kolumdan çekiyor beni, “Onlar daha iyi bilir” diyerek bir kapıyı çalıyor.
Kapıyı Fikriye Balcan açıyor. Onlar da 60’larda gelmişler Ordu’dan. “Buralar tüm bahçeydi, ta yukarıdan aşağı Kasımpaşa’ya kadar” diye başlıyor anlatmaya. İstanbul’a gelince kocasıyla işe girip çalışmaya başlamışlar. “Çocukların biri iki, biri altı yaşındaydı, biri biraz daha büyük; evin önünde bırakıp işe giderdim. Öyle çalıştık biz, üç ev vardı burada zaten... Buralardan hep lağım akardı. Benim oğlan üç yaşında o dereye girer, lağımla oynardı. Akşam eve geldiğim gibi buraya ateşi yakar, kazanı üstüne koyar, kulplu tasımla sırtına vura vura yıkardım! Oğlan aklı erende ilk o tası kaybetti, götürdü sakladı bir yere. 50 yaşına geliyor, tasın yerini söylemiyor hâlâ!” deyip gülüyor.
Komşuluk hâlâ varmış ama. Kadife Abla’yla bakışıp kafalarını sallıyorlar, “Komşuluk olmadan olur mu?” Onlarla vedalaşıp sokakları arşınlamaya başlıyorum. Omuzdaş, Dev Süleyman, Civelek, Ferace... Eski semtler bu konuda her zaman tadına doyulmaz oluyor.
Antika artık bitti!
Civelek Sokak’ta küçük, tabelasız bir dükkân çarpıyor gözüme. Minik bir antikacı. İçeride Samira Karacaoğlu var. Faslı. 50 yaşında ve 22 senedir İstanbul’da. “Kayınvalidemin dükkânı, ben gelinim, yeni burası” diyor. Yeni diyor ama sadece bir haftalık olduğunu duyunca şaşırıyorum, henüz adı bile yok! Eşi antikacılık işi yapıyormuş Samira Hanım’ın. Pazarları Bomonti’de kurulan bitpazarında da tezgâh açıyorlar. “Ama antika kalmadı artık. Antika dediğin pirinç ve bakırdır, onlar bitti; hep porselene döndü. Biz başka şehirler de geziyoruz antika toplamak için.” En pahalı parçaları, mühürlü Osmanlı sandıkları. 800-900 TL’den satılıyor.
Feriköy’den fazla doyamadan ayrılıyorum. Her eski semt gibi bir tur daha gerekecek buralara. Otobüsle yanlarından geçerken Feriköy Spor Kulübü sahasında antrenman yaparken gördüğüm siyah futbolcuları bir daha yakalayamadım mesela. Behram Çavuş Camii’nden, 12 havariye adanan Oniki Apostol Rum Ortodoks Kilisesi’nden, 1861 tarihli Surp Vartanans Ermeni Kilisesi’nden, Latin Katolik ve Protestan mezarlıklarından da ikinci turda uzun uzun bahsetmek mümkün olacak. Bu sadece bir hava koklama...
Tandır evleri arasında...
Daracık Pınar Sokağı’ndan geçip bir ana yola çıkmamla burnuma nefis bir koku çarpıyor. Nereden geldiğini anlamak için koklaya koklaya yürürken Kuruçay Tandır Evi’yle karşılaşıyorum. Burada günün her saati nefis tandır ekmeği pişiyor, çay kaynıyor, soba yanıyor ve son derece mütevazı ama çok lezzetli kahvaltı sofrasına oturuluyor ya da sıcak ekmeğe dürüm yapılıyor. Biraz daha açsanız kavurmalı yumurta da yapıyorlar. Ayrıca Erzincan’dan gelen bal, tereyağı, peynir (tulum ve kahvaltılık), kavurma, erişte, bakliyat çeşitleri satılıyor. Kuruçay’ın bulunduğu Gediz Sokak’ın az ilerisinde Yılmaz Tandır Evi, birkaç sokak mesafede Ece Tandır Evi, yol üstünde onlarca Erzincan köyü derneği var. Kendimi bir anda Erzincan’a gelmiş gibi hissediyorum. Konuştuklarım da söylüyor zaten: “Burası komple Erzincan.”
Ziyaret vakti
Feriköy İslam Mezarlığı’nda pek çok ünlü isim yatıyor. Fatma Aliye’den Ali Sami Yen’e, Keriman Halis’ten Mihri Belli’ye, Süleyman Seba’dan Erol Günaydın’a, Bülent Kayabaş’tan Ahmet Mete Işıkara’ya, Vahi Öz’den Kadir Savun’a... En iç yakan mezar da burada üstelik: Berkin Elvan. Rahat uyusun...