Muhsin Akgün / MAStüdyo
Oluşturulma Tarihi: Ocak 26, 2019 08:30
Çalışma arkadaşımız, gazeteci Ali Tufan Koç dört yıl önce kendine yeni bir yol çizmeye karar verdi ve ABD’ye yerleşti. Bir süre New York Üniversitesi’nde dersler aldıktan sonra bir içerik ajansı kurdu. Metropolde yaşamak ve modern hayat üzerine atölyeler düzenledi. Sumac isminde uluslararası bir gastronomi dergisini yayına hazırladı. Bu çalışmalarına bir de kitap ekledi. Metroda geçen bir 24 saati konu alan ‘Kimse Ölmez Bu Şehirde’ raflarda...
New York metrosu, senin için bir günlük hayat mekânı olmaktan çıkıp nasıl bir kitap konusu haline geldi?
- Sende olmayanı ya da azlığından yakındığını bir yana bırakıp, “Elimde ne var ve bunlarla neler yapabilirim” dediğinde tuhaf bir dönüşüm başlıyor. Dikkati o an görebildiklerime ve sahip olduklarıma vermeye başladım. Sürekli uzağa, ileriye bakmaktan kaskatı kesilmiş başımı, görüş mesafeme çevirdim. Bambaşka hikâyeler görmeye başladım. New York metrosunun bir kitap konusu haline dönüşmesi de bu durumun bir sonucu oldu.
Nasıldır bu metro? İstanbul’unkinden, diğer metropollerinkinden farklı mıdır yarattığı his açısından?
- Bir farkı olmadığını aralarda İstanbul’a geldikçe, bizim metroda vakit geçirdikçe daha iyi anladım. Kitapla ilgili sohbet ederken, “New York metrosu ne kadar değişiktir tabii. Bir de bizimkisine bak” cümlelerine denk gelmeye başladım. Karşılaştırmalı şehir/kültür edebiyatı yapıp, “Bu işler Amerika’da öyle mi hiç!” demeyi biraz manasız buluyorum. ‘Göz’ meselesi... Her şeye rağmen bakmayı ve görmeyi bilene hâlâ eşi benzeri olmayan renkler, sesler ve yüzler gösteren bir şehir İstanbul. New York, yanında ‘bebe’ kalır.
Bu kitapla içimdeki her sesi aydınlığa çıkardım Gününün ne kadarı metroda geçiriyor?- Evim Brooklyn’de, günlük rutinlerimse ağırlıklı olarak Manhattan tarafında. Ortalama en az bir saatim metroda geçiyor. New York metrosu, ‘dünyadan’ bir kesit gibi. Hangi şehirde, ülkede, zaman diliminde olduğunu unutuyor insan. Başlı başına bir cumhuriyet...
Kitaptaki iki karakter 24 saatlerini metroda geçirmek üzere sözleşiyor. Bu süre içinde birbirlerine rastlayıp rastlamayacakları meçhul... Sen bu kadar romantik biri miydin? Nereden çıktı böyle aşk oyunları üzerine yazmak?- İçimiz sandığımızdan daha kalabalık. Büyüyemeyen çocuğundan tut, romantik katiline, hırsızından ayyaşına, hacısından hocasına, sapkınından iyilik meleğine... Bunlardan bazılarının sesini, bazen ‘bizi daha çok sevsinler’ diye kısıyoruz, bazen başımıza iş çıkaracağını bildiğimiz için göz göre göre öldürüyoruz! Kim bilir belki
Balık burcu olmanın verdiği kaderdir bu... Ya da zamanında birinin bana, “Ay yazık, ne kadar naifsin” demesiyle ben de, “Hayır, öyle değilim”i ispat etmek adına gözünün yaşına bakmadan karanlığa atmışımdır içimdeki romantiği. Oysa içimizdeki tüm sesleri, hisleri, küçük organizmaları tek tek tanıyıp, “Seni görüyorum” demeden sağlıklı bir nefes alabilmek mümkün değil. Kitaptaki karakter sayesinde daha önce bastırdığım birtakım sesleri ve kimlikleri açığa çıkardım. Rahat bir nefes aldım.
Bir yerde bu kitabı hayatı tıkanan insanlara kendi adımlarını atabilmesi için cesaret vermek amacıyla yazdığını söylüyorsun. ‘Dürüstlüğün insanı eritip yok etmediğinin kanıtı olmak istedim” diyorsun. Nereden doğdu bu dürüstlük ihtiyacı?- Kendimi daha akıllı, havalı ya da entelektüel gösterme çabalarım vardı, belki herkes gibi ve herkes kadar. Günün sonunda aldığım alkış da içimdeki boşluğu doldurmaya yetmiyordu. Çok basit üç soruyla başladı her şey: “Aslında şu an ne düşünüyorum, ne hissediyorum ve ne yapmak istiyorum?” Bunları ısrarla ve sükûnet içinde sormaya devam edince er ya da geç gerçek ya da gerçeğe en yakın yanıtı alıyorsun. Ben de böylece kendime söylediğim yalanları yakalamaya başladım. İnsan, kendine ve kendi türüne yalan söyleyebilen doğadaki tek canlı türü. O yüzden bu sorgu sual süreçlerinde son derece şefkatle yaklaşmalı kendine insan. İçindeki bir hücre, bu soruyu tehlike olarak algılıyor, arkasından yıkıcı bir değişimin geleceğini biliyor çünkü. Ve yok olmama arzusuyla daha büyük bir dirençle karşılaşabiliyorsun.
Ne çıktı bu sorgu sualden?- Sorguladıkça değişimi gözlemlemeye başladım: Yazmak istediğin kitap, kullandığın kelime, kurduğun ilişki, seçtiğin eş/sevgili, okuduğun kitap, gittiğin restoran... Her şey değişmeye başlıyor. Bu süreçte güzel okudum, düşündüm, yazdım. Budizmden nörobilime, Stoacı düşünceden duygusal zekâ yaklaşımına her disiplinle ‘sıcak ve mesafeli’ bir ilişki kurdum. Karar vermekle olmuyor, oturup ders gibi çalışman gerekiyor tüm hisleri, fikirleri. Neticede olabildiği kadar sıyrılabildim. Elimden gelenin en iyisini yaptığına kani olunca gönül rahatlığıyla “Şimdilik malzeme bu” diyebiliyor, kendi ellerinle yerleştirdiğin sırtındaki o sopayı yavaşça yerine bırakabiliyorsun.
Başkalarına öğüt vermenin tatlı bir tarafı varKitap bir yönüyle de bir kişisel gelişim kitabı olarak görülebilir mi? “Hissettiğini yaşa”, “İnsanlardan hiçbir beklentin olmasın”, “Kalbe taşıyamayacağı yükler verme” gibi tavsiyeler veriyorsun...- Tavsiye demeyelim onlara. Burada bir karakter var. Birtakım fikirleri sorguluyor. Ve bunları herkesle paylaşma cesareti gösteriyor. En fazla, “Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla” durumu var. Başkalarına öğüt vermenin tatlı bir tarafı var. Suratındaki o cici ifade çokbilmişliği ve bir işe yaramanın verdiği egosal yükselmeyi çok güzel örtüyor çünkü. Her muhabbette ‘guru’ bir laf yumurtlama ihtiyacı istiyoruz. Kafanı nereye çevirsen, bir mantra, motto, slogan... “Yahu, alt tarafı bir kâse salata yiyip üzerine bir fincan çay içeceğim. Burada da mı bir hayat dersi, mottosu, ‘anda kal’ merasimi” diyorsun. Herkesin iyi niyetiyle bir diğerine fayda sağlamak adına güzel tavsiyelerde bulunması çok hoş. Fakat her yaranın hikâyesi başka, merhemi de başka. Gerçekten iyiliğin dokunsun istiyorsan önce kendi yaranı iyileştirmeye bakabilir ve yapabiliyorsan deneyimlerini en dürüst halinle paylaşabilirsin. Bunu da bir ‘tavsiye’ değil, ‘deneyim’ olarak paylaşıyorum.
Instagram çağı herkesi ‘doğrucu Davut’ yaptıÇapraz masalarda editörlük yapıyorduk. Sonra sen New York’a gittin. Şimdi de elimde bu kitap duruyor. Aradaki boşlukları doldursana... Neden gittin?- Dört sene oldu... Daha çok okumak, öğrenmek, çalışmak, görmek, yazmak, arada tökezlemek, biraz sürünmek, denemek ve yanılmak istedim. Türkiye’de akademi, medya ve diğer kreatif alanlar altın çağında olsaydı kesinlikle kalırdım. Baktım, ne benim fayda sağlayabileceğim ne de bana fayda sağlayacak sağlıklı bir ortam var, böyle bir karar aldım.
New York Üniversitesi’nde herkese açık olan gazetecilik derslerine yazıldım önce. Hem Türkiye hem Amerika’da içerik, yazı, kreatif hikâye anlatımı gibi konularda danışmanlık vermeye başladım. Sumac adında bir dergi kurdum. ‘Metropolde Nasıl Yaşamalı’; ‘Her şeye rağmen hayatı nasıl daha keyifli kılarız’ gibi başlıklarda, hem New York’ta hem İstanbul’da konuşmalar düzenledim. Suyun akmasına izin verdim kısaca. Gerisi kendiliğinden aktı: Atölye, dergi, kitap...
Amerika’da, New York’ta hayat nasıl bugünlerde?- Kimse için kolay değil. Fazlasıyla kitabına göre yaşamaya alışmış bir toplum. Özellikle Instagram çağı ve ‘like’ algoritması maalesef herkesi ‘doğrucu Davut’ yaptı. Ödü kopuyor milletin şablona uymamaktan. Oysa sevilmemek dünyanın sonu değil. Kıskançlık, acı, endişe, düşmanlık gibi olumsuz etiketler yapıştırdığımız kavramları da en az mutluluk ve haz kadar normalleştirmeli hatta yüceltmeli. Kimseye zarar vermeden, içinden geldiği kadarıyla kırmalı, dökmeli, yolundan ve sözünden sapmalı herkes, biraz saçmalamalı ve bunları kendinde hak görmeli ki biraz insan olduğunu hatırlasın.