Güncelleme Tarihi:
* Kitabın ismiyle başlayalım, ‘Abbara’ ne demek?
- Abbara, ‘bir yerden bir yere geçirmek’ anlamından, Arapça ‘abera’ kelimesinden türemiş bir isim. Mardin başta olmak üzere kadim denilebilecek eski şehirlerde, binaların altından sokakları birbirine bağlayan küçük tünellere ‘abbara’ deniliyor. Sanırım abbaralara en fazla sahip olan şehir Mardin. Dolayısıyla Mardin’in sembollerinden biri.
* ‘Abbara’ ve ‘ibret’ aynı kökten geliyorlar değil mi, bunu biraz anlatır mısınız? Roman bu ismi seçerek aslında bize ne söylemek istiyor?
- Evet. Bu iki kelimenin kökteşliğini öğrendiğimde çok heyecanlandım. Abbara mekân olarak insanları bir yerden bir başka yere götürüyor, ibret ise bir olay ve olgu nedeniyle insanı bir halden bir başka hale taşıyor. İki kelimenin de kökü aynı; abera. İnsan ve mekân birbirinden bağımsız olamaz. Bir şehirdeki yani Mardin’deki abbaralardan bizde de binlercesi var aslında ve olaylar, olgular bizi sürekli olarak kendi içimizde bir yerden bir başka yere taşıyor; böylece değişiyoruz. İbret almasını bilen için geçerli bu tabii. Alamayan taş kesilip kalıyor olduğu yerde heykel gibi ve bir adım öteye erişemiyor.
Kardeşi olmayan adam sağı olmayan sol gibidir
* Kitabın arka kapağındaki bir söz dikkat çekici: “Her insan bir abbaradır, her abbara bir umut!” Hangi yönleriyle her insan bir abbaradır?
- Biz kendimizi ancak başkasıyla, ötekiyle tanıyabilir ve tanımlayabiliriz. Kimlik bilincinin oluşumunda öteki, olmazsa olmazımızdır. Yani biz ancak bir başkasından geçerek kendimize ulaşabiliriz. Ötekini yok saydığımızda, gerçekte kendimizi yok etmiş oluruz. Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın, o yoğunluk içinde yazdığı ‘Ben, Öteki ve Ötesi’ kitabında bu gerçeği çok güzel açıklar. ‘Abbara’ romanımın ilham kaynaklarındandır o kitap. Hatta romana başladığımda kendisine “‘Ben, Öteki ve Ötesi’nin romanını yazıyorum” demiştim, çok heyecanlanmıştı. Romanda diplomat Rıfat Bey karakterinin bir levhaya yazdığı Halife İmam Ali Efendimize ait şiirden, “Kardeşi olmayan adam sağı olmayan sol gibidir” beyti de bunu anlatır. Romanın özü, o beyittir.
* Biz sizi gazeteci kimliğinizle tanıyoruz daha çok. Roman yazma serüveniniz nasıl başladı?
- Gazetecilik mesleğim, yazarlık hayalimdi. Yazma imkânı veren bir meslek olduğu için tercih ettim gazeteciliği ve yıllarca gazeteciliğin hikâye türü olan röportajlar kaleme aldım. Köşe yazıları ve yazı dizileri de kalemin işlemesi, dilin incelmesi için çok yararlı oldu. Fakat mesleğimin etik meselelerine yoğunlaşmam, beni edebiyattan uzak tuttu yıllarca. Kendimce bir mesleki mücadele içindeydim, o hengâmede roman yazmak neredeyse mümkün olmadı. Fakat içimde hep bir romanı taşıdım. 20 yıldan fazla bir hikâye gezdirdim kafamda ve vakti geldiğinde üç romanlık ‘darbeler’ serisine başladım. ‘Kâfirûn’ 60 İhtilali’ni anlatıyordu, ikinci romanım ‘Sarı’yla 10 yıl sonraki 12 Mart Muhtırası’nı ele aldım. Serinin üçüncüsünü, ‘Abbara’ bittikten sonra Mardin’de yazmaya başladım. Umarım kısa sürede biter de okura söz verdiğim ‘Alkımın Altından Kimse Geçemez’ üçlemesini tamamlayabilirim.
Roman fikri Mardin Valisi’nden çıktı
* Biliyoruz ki, bu romanı yazmak için Mardin’de bir yıl yaşadınız. Nasıl karar verdiniz?
- Fikir, Mardin Valisi Sayın Mustafa Yaman’a ait. Bir konferans için gitmiştim Mardin’e. Orada sohbet sırasında Mardin’in hakkaniyetli bir romanının yazılması gerektiğinden söz etti ve “Yazar mısın?” dedi. Büyülü bir teklifti benim için, hemen kabul ettim. Bu bakımdan ona minnettarım. Romanı “O olmasa bu roman yazılmazdı” diyerek Vali Yaman’a ve “O olmasaydı bu roman bitmezdi” diyerek eşime ithaf ettim.
* Bu bir yıl boyunca eşiniz de sizinleydi değil mi? Günlük rutininizden bahseder misiniz biraz?
- Evet, çocuklar başka şehirlerde okuduğundan sadece eşimle gittik. Önce otel yahut ev olarak kullanılan birkaç tarihi yapıda kaldık. Daha sonra Yeni Şehir denilen bölgede 35-40 metrekarelik, eşyalı bir ev tuttuk. Yazın güneşten, kışın soğuktan perdelerimiz kapalıydı. O bakımdan evde mümkün olduğu kadar az zaman geçirmeye çalıştık. Çok zorlu bir süreçti. Hem gezip görmek, şehri ve insanlarını tanımak zorundaydık hem de tarihi ve kültürüne dair okumalar yapmak gerekiyordu. Romandaki bir yarım cümle için binlerce sayfa okudum ve yüzlerce saat video konferans dinledim desem hiç abartılı konuşmuş olmam. Günlük rutinimizi buradan tahmin edebilirsiniz.
Gazetecilik mesleğim, yazarlık hayalimdi. Fakat mesleğimin etik meselelerine yoğunlaşmam, beni edebiyattan uzak tuttu yıllarca.
Gerçekler ölür, efsaneler yaşar
* Peder Angelo’yla Rıfat Bey’in sohbetinde bir cümle var: “Homeros ve Freud asla aç kalmaz sevgili dostum...” Neden aç kalmazlar?
- Çok hoş bir soru... Cevabı yine aynı sohbette aslında; “Gerçekler ölür, efsaneler yaşar” çünkü. Mitler, masallar ve düşler belki insan olarak bizim gerçek dünyamız. Gerçek sandığımız bu günlük hayatın ötesinde bir hakikat var belki ve o gizemli hakikatin arayışında olmalıyız. Kâhinlerin, büyücülerin, falcıların, düş yorumcularının bu kadar ilgi çekiyor olmasında bu gizemin büyük etkisi var. Kahveyi bile falı için içmiyor muyuz? Kim kaçabilmiş bu esrardan? Rıfat Bey doğru söylüyor; Homeros ve Freud’un dükkânı asla kepenk kapatmaz!
İki şehrin ikizliği
* Kahramanınız Josef’in hikâyesi de bir abbarada başlıyor. Ancak kimliğini aramak üzere yola koyulduğunda ilk götürdüğünüz yer Mardin değil, İtalya’daki Matera. Neden?
- Matera’yla Mardin ikiz kardeş kadar benziyor birbirine. Evlerin, mağaraların, sokakların, merdivenlerin, abbaraların yapısı neredeyse birebir aynı. Romandaki ana kurguda kendi kimliğiyle birlikte ikizini arayan bir karakter vardı ve o karakter Matera’ya uğramasa roman eksik kalırdı. Tabii iki şehrin ikizliği çok güçlü, heyecan verici, cezbedici bir metafor romancı için. Bu cazibeden nasıl kaçabilirdim ki?