Güncelleme Tarihi:
Kendinizi Google’lar mısınız?
- Açıkçası evet. Özellikle yeni bir kitabım çıktıktan sonra ismimi aratırım. Bir yorum yapılmış mı, verdiğim bir röportaj yayımlanmış mı bakarım.
Korkutucu değil mi sürekli isminizi aratmak?
- Bence değil. Çamur atanlara tahammül edemiyorum ama en kötü dille yazılmış eleştiri bile bana bir şey katıyor. ‘Hayalet Kitap’ ve ‘Varolmayanlar’ romanlarım arasında dokuz senelik boşluk var. O arada iki filmin senaryosunu yazmıştım ama o filmlerin yarattığı yorgunluk ve kişisel hayal kırıklıkları beni yazmaktan uzaklaştırmıştı. Bir sözlük sitesinde, benim için “Daha büyük işler yapabilecekken lokal ünüyle yetinen...” yazıldığını gördüm. Haklıydı. Hemen kendime geldim ve kitabıma kapandım.
Hayata filtre tutuyorum
Yeni kitabınızdaki öyküleri son beş yılda yazmışsınız. Anlattıklarınızın çoğu da tanıdık olaylar, kişiler...
- Öyküler genelde aklıma gelen ufak bir espriden ya da gözlemlediğim olaylardan doğuyor. Yolda yürürken, metrobüste, otobüste, bir yerde bir arkadaşımı beklerken veya tuvalette aklıma bir fikir düşüyor ve not alıyorum. Bir gün adımı Google’ladığımda “Şimdi kendi ölüm ilanımla karşılaşsam ne olur” diye düşündüm ve bu fikirden ilginç bir öykü çıkabileceğini düşündüm. İnterneti ve sosyal medyayı hayatın merkezine alan insanlığı ancak Google’lı bir öyküyle anlatabilirdim. Google’da her şeyi aratabilirsiniz ama iyi hikâyeleri sadece hayatın içinde bulabilirsiniz.
Radarınız hep açık o halde...
- Evet, mecburum. Sanat ve edebiyat çağımıza ayna tutmalı. Tarih kitapları çağımıza dair birçok önemli hadiseyi atlayacak. AVM’nin en üst katından intihar edenleri, bir Suriyeli göçmenin rögar kapağından atlayarak ölmesini, Ege’de Yunan adalarına gitmeye çalışanların bizim sattığımız sahte can yelekleriyle yaşamlarını yitirmesini tarih kitapları yazmayacak. Ama bunların unutulmaması lazım. Didaktik tınlaması pahasına bunlara değinmeden edemiyorum. Öğreten adam gibi durmamak için de bu olayları, gerçeği eğip büken hikâyelerle yansıtıyorum. Hayata tuhaf bir filtre tutuyorum.
küçük İskender’e sözümü tuttum
Kitaptaki öykülerden hangisi sizi zorladı?
- ‘Kusursuz Bir Ayrılık’ı yazarken zorlandım. Bu hikâye, dört-beş yıl önce bir ayrılık konuşması yapmayı düşünürken aklıma gelmişti.
Yani kız arkadaşınızdan ayrılmak için gay olduğunuz yalanını söylemeyi mi düşündünüz?
- Hayır, hayır. Bir arkadaşım, sevgilisinden ayrılırken yaptığı konuşmada “Benim tercihlerim değişti galiba” dediğini anlatmıştı. Bu komiğime gitmişti. Başta sadece ayrılık konuşması hazırlama faslıyla ilgili tuhaf bir öykü yazmayı düşünüyordum. Yıllar sonra küçük İskender, ‘Kusursuz Cinayet’ temalı bir derleme için benden öykü istedi. Ben de iki fikri bir araya getirebileceğimi düşündüm. Fakat sonra İskender’in kansere yakalandığını öğrendik, iletişimimiz koptu. Gerek onun hastalığı, gerek riskli konusu yüzünden öyküyü yazmakta zorlandım ama sonra bitirdim. İskender’e ölümünden birkaç hafta önce gönderdim ama okudu mu okumadı mı bilemiyorum. Ama en azından ona verdiğim sözü tutmuş oldum.
Gerçekçi öyküler biraz tıkandı
“İstiyorum ki klasik edebiyatçılar da fantastik edebiyatın sevilebileceğini anlasınlar” demişsiniz. Sizce Türkiye’de fantastik edebiyatın yeri neresi?
- Fantastik, bilimkurgu, korku gibi tür ayrımı yapmamaktan yanayım artık. Bana göre iyi hikâye var, kötü hikâye var. Altı dolu, altı boş hikâye var. Kendimi fantastikçi gibi görmüyorum, klasikçi gibi de görmüyorum. Ben hikâye anlatıcısıyım. Aslolan hikâyedir.
Tamam ama fantastik edebiyatı edebiyat saymayanlara kızmıyor musunuz?
- Tabii ki kızıyorum. Geçenlerde Man Booker ödülünü Margaret Atwood, distopik romanı ‘Damızlık Kızın Öyküsü’nün devam romanıyla aldı. Birkaç sene önce Kazuo Ishiguro, Nobel’i almıştı; son romanı ‘Gömülü Dev’ fantastikti. Murakami her sene Nobel’e aday oluyor, onun eserlerinde de hep fantastik öğeler oluyor. Galiba gerçekçi öyküler biraz tıkandı. Hep gerçekçi yazanlar bile fantastiği can simidi olarak kullanmaya başladı. Ama dediğim gibi, bu ayrımlar biraz tartışılmalı. Kategoriler bana saçma geliyor.
Çoksatan yazarlar büyük paralar kazanıp evine dönüyor, edebiyattan hep biz ‘çoksatmayanlar’ bahsediyoruz
Bir serzenişiniz var; “Siz bestseller’ları, kütüphanenizde/Instagram’ınızda şık görünen yabancı yazarların kitaplarını alırsınız ama ülkeyi şehir şehir, okul okul bu gariban yazarlar gezer, öğrencilere bir ilham, bir fikir katmaya çalışırlar” diyorsunuz...
- Ortaokul, lise ve üniversitelere gidiyorum; söyleşilere, panellere, atölyelere katılıyorum. Görüyorum ki çoksatan yazarlar bizim kadar gezmiyor. Onlar imza günü yapıyor, büyük paralar kazanıyor ama sonra eve dönüyorlar. Okullara gidip gönüllü bir şekilde öğrencilerle konuşan, onlara tecrübelerini anlatan, edebiyattan bahseden hep biz ‘çoksatmayanlar’ oluyoruz. Çoksatanlar, çok büyük paralar kazanıyor ama bir başka yazarlık görevi olan gençlere edebiyatı aşılamak konusuna yeterince zaman ayırmıyorlar.