Güncelleme Tarihi:
Arkadaşlarımızla buluşup bir masada sohbet ederken bir an geliyor, herkes telefonlarını eline alıp mesajlarını kontrol ediyor. Hatta artık o kadar da çok bir araya gelmiyoruz; doğum günlerini sosyal medyadan veya WhatsApp’tan kutluyoruz. Bir restorana gitsek Instagram’a fotoğraf çekmekten yemeğimizi yiyemiyoruz. Sosyal girişimci ve iletişim uzmanı Tuğba Şengül Lik yeni kitabı ‘Ekranın
Ardında Kaybolan İnsan’da (Pozitif Yayınevi) dijital dünyayla sınavımıza odaklanıyor.
◊ Kitabınızda dijital dünyanın üzerimizde yarattığı baskıya dair tespitleriniz var. Bu çalışma nasıl doğdu?
Bu kitap yaşadığımız çağın bir aynası aslında. Teknoloji hayatımızı kolaylaştırdı, sınırları kaldırdı, dünyayı parmaklarımızın ucuna getirdi ama bir şey oldu: Biz kendimizi kaybettik. Dijital dönüşümün içinde ilerlerken unuttuğumuz bazı değerler, alışkanlıklar oldu. Eskiden sohbet ettiğimiz masalarda şimdi telefonlarımız var. Önceden beklemenin öğrettiği sabır vardı, şimdi her şeyin anında olmasını istiyoruz. Teknoloji bir araç ama biz onu amaç haline getirdik. İşte bu kitabı bunu sorgulamak için yazdım.
◊ Dijital Denge Derneği’nin kurucususunuz. Biraz bundan bahseder misiniz?
Dijital dünyaya ilgim çocuklarımın dijital çağın içine doğmasıyla başladı. Onlar ekranlarla büyüyen, bilgiyi kaydırarak öğrenen, oyunları fiziksel dünyada değil, sanal dünyada oynayan bir nesil. Kendime şunu sordum: Eğer her boş anımda elim telefona gidiyorsa çocuklarımdan farklı ne bekleyebilirim? Sonra Dijital Denge Derneği’ni kurdum: İnternetteki toksik ortamı ve siber zorbalığı azaltmak için dijital nezaket üzerine projeler yürütüyoruz, kurumlara eğitimler veriyoruz.
◊ Kitabınızda Nietzsche’nin “Her nesil kendi şarkısıyla gelir’ sözünden bahsediyorsunuz. Bizim neslin şarkısı ne sizce?
Biz bir yandan çevrimiçi toplantıya girerken diğer yandan sosyal medyada gezinip akşam ne yiyeceğini düşünen bir nesiliz. Bizim şarkımız belki de tek bir şarkı değil, bir algoritmanın bize sunduğu sonsuz önerilerdir. Ama eğer gerçekten bir isim vermek gerekirse bizim neslin şarkısı ‘Sonsuz Kaydırma Senfonisi’ olurdu. Belki de birbiriyle senkronu tutmayan ama aynı anda çalan binlerce melodi gibiyiz. Gürültülü, hızlı ve parçalı...
◊ Modern insanı ‘homo digitus’ diye tanımlıyorsunuz. Bu türün öncekilerden farkı ne?
İnsan beyninin ve makinelerin birlikte evrildiği; kesintisiz uyarana maruz kalan ilk nesiliz. Önceki nesiller sessizliği, sıkılmayı, beklemeyi bilirdi. Biz telefon çekmeyen bir yerde kalınca varoluşsal kriz geçiriyoruz. Ama işin ilginç tarafı bu kadar bağlantı içinde olmamıza rağmen şimdiye kadarki en yalnız nesil biziz. Yeni nesil insan, hızlı ama dikkatsiz, bağlantılı ama yalnız, her şeyi bilen ama hiçbir şeyden tam emin olmayan, özgürlüğüne düşkün ama algoritmalar tarafından yönlendirilen bir varlık.
◊ “Liste çağının içinde yaşıyoruz” diyorsunuz. Sakin kalmanın tadını unutmuş gibiyiz...
Kesinlikle. Dijital dünya hayatımıza sadece hız katmadı, bir şeyleri kaçırma korkusunu (Fear of missing out-FOMO) da beraberinde getirdi. Artık sadece yaşıyor olmamız yetmiyor, yaşamımızı optimize etmemiz, her anımızı değerlendirmemiz gerekiyor. Çünkü her yerde bir ‘yapılacaklar listesi’ var: ‘Ölmeden önce okunması gereken 100 kitap, izlenmesi gereken 50 dizi, görülmesi gereken 10 şehir...’ Bu müthiş bir baskı yaratıyor. Dijital dünya bu kültürü körüklüyor çünkü her kaydırmada yeni bir öneriyle karşılaşıyoruz. Zihnimiz tıpkı bilgisayar ekranımız gibi: Birden fazla sekme açık, hepsinde yarım kalmış işler var. Sürekli bir şeyleri yapıyor gibi hissediyoruz ama aslında hiçbirine tam olarak odaklanamıyoruz. Sonuç: Dikkat dağınıklığı, kronik yorgunluk, anlık tatmin bağımlılığı.
◊ Sosyal medya modern dünyada büyük bir sahne gibi. Negatif ve pozitif yönleri neler sizce?
Bu sahnenin hem parlak ışıkları hem de gölgeleri var. Olumlu yönü; bilgiye hızlı erişim sağlıyor, farklı kültürlerle etkileşim imkânı sunuyor, bizi birbirimize bağlıyor. Bireylerin seslerini duyurabileceği, toplumsal değişim ve aktivizm için platformlar oluşturuyor. Ancak sürekli çevrimiçi olma hali dijital yorgunluğa ve bağımlılığa yol açabiliyor. Sahte haberlerin hızla yayılmasına ve toplumda yanlış algıların oluşmasına zemin hazırlıyor. Ayrıca sosyal medyada sergilenen ‘mükemmel’ yaşamlar, bireylerde yetersizlik hissi ve özgüven eksikliğine sebep olabiliyor.
◊ Eskiden de dünyada savaşlar ve felaketler vardı. Ama şimdi hepsini, anında görebiliyoruz.
Bu bizi nasıl etkiliyor?
Hiçbir çağda bu kadar hızlı ve sürekli olarak bu felaketlere maruz kalmadık. Bir yandan sosyal medya sayesinde bağış kampanyaları, gönüllü hareketler ve farkındalık projeleri hız kazanıyor. Ama diğer yandan sürekli felaket haberleri görmek bizi duygusal olarak yoruyor. Maruziyet arttıkça görüntüler zihnimizde sıradanlaşabiliyor. Empati tükenmesi dediğimiz bir durum var; sürekli acıya maruz kalan insanlar bir noktadan sonra duygusal olarak hissizleşebiliyor.
‘SOSYAL MEDYA İLİŞKİLERİ SÜRDÜRMEYİ ZORLAŞTIRDI’
◊ Kitabınızda “Dijital dünyada duygularımız, ilişkilerimiz, dostluklarımız hızla tükeniyor” diyorsunuz. Ne demek istiyorsunuz?
Bunu tetikleyen şey hız ve anlık tatmin kültürü. Derinleşmeyi gerektiren hiçbir şeye tahammülümüz kalmadı. Eskiden dostluklar yıllar içinde kök salardı, şimdi birkaç mesajla başlayıp bir ‘görülmedi’yle son bulabiliyor. Birinin hatasını tolere etmek yerine, sessizce takipten çıkıyoruz. Aşk ilişkileri konusundaysa seçeneklerin sonsuz olduğu bir dünyada, kimse uzun süre bir kişiye bağlı kalamıyor. Sosyal medya ilişkileri başlatmayı kolaylaştırdı ama sürdürmeyi zorlaştırdı. Hayatımıza ‘ghosting’ (uyarı vermeden ortadan kaybolmak) diye bir kavram girdi. Artık insanları ‘görmezden gelmek’ varken hisleriyle yüzleşmeye gerek duymuyoruz.