Güncelleme Tarihi:
Günler birbirinin aynı. Dışarıda güneş, çiçekler açıyor ama biz ancak pencereden izliyoruz. Haliyle sıkkınlık, bıkkınlık kaçınılmaz. Bir arkadaşım arıyor, oh ne güzel sohbet edeceğiz diye açıyorum, içim daralıyor. Tek nefeste işsizlikten günlük ölüm sayılarına, ulusal ve küresel tüm sorunları sıralıyor. Tam bir enerji vampiri... Kendime gelmek için pozitifliğiyle nam salmış bir arkadaşımı arıyorum. Sağ olsun, o da ‘Güneşli havada sahilde yürümeyi özledim’ dememe fırsat bile vermeden “Şekerim güneşte çok yürümek zaten kansere davetiye, güzel böyle evde” diye lafı ağzıma tıkıyor.Olası tüm şikâyetlere hazırlıklı. Tabletimi çaldırdım: “Oh, bol bol kitap okursun.” İşten atıldım: “Çok sıkıcı bir işin vardı. Evren sana eğlenceli iş bulma fırsatı sundu.” Kilo aldım: “Ne var, sevilecek yerlerin arttı.”
UZUN DÖNEMDE KAYGIYI ARTTIRIR
Pozitifliğin de fazlası zarar... Bu duruma psikolojide ‘toksik ya da zehirli pozitiflik’ deniyor. Uzman klinik psikolog Elif Peksevim bunun neden doğru bir yaklaşım olmadığını şöyle açıklıyor: “Toksik pozitiflik negatif duyguları inkâr etmemize yol açarken bir yandan da zorlayıcı duyguları deneyimleme kapasitemizi engelleyerek gelişmeyi ve büyümeyi durduran bir bakış açısı... Ayrıca yaşadığımız durumla baş edebilmek yerine tam tersi, bizi eylemsiz ve çözümsüz bırakacağı için uzun dönemde daha kaygılı ve depresif hissetmemize sebep olur.”
Pandemi döneminde pozitifliğin toksik bir hale dönüştüğünü klinisyen olarak da gözlemliyormuş Peksevim: “Karantinada verimli olma çabamız dahi ruhsal bir yarış içerisine girmemizden ibaret. Hemen toparlanabildiğini çevresine gösteren, acılarını görmezden gelen bir tür süper kahramana dönüşebiliyoruz.” Peksevim insanların yaşadığı duyguları küçümsemek ve hemen daha iyi hissetmelerini sağlamaya çalışmaktansa onlarla birlikte o acıyı yaşama ve kucaklama cesareti gösterebilmenin hem kendimiz hem de başkalarıyla daha gerçekçi ve derin ilişkiler kurmamızı sağlayacağını söylüyor.