Güncelleme Tarihi:
Şu sıralar işleri yüzünden bir ayağı Londra’da. Yağmurlu bir günde FaceTime üzerinden konuşuyoruz, “Üç saat geriden sesleniyorum sana” diyor. Kısa saç çok yakışmış. Oyununun heyecanını yaşıyor.
Bir yandan da yeni projelerle ilgileniyor. Her zamanki gibi hem derin hem neşeli. Melisa Sözen’le başlıyoruz sohbete...
- ‘Aile Yalanları’yla 10 yıl sonra yeniden tiyatro sahnesindesin. Nasıl karar verdin?
İlk oyunum ‘Kalp Düğümü’ydü. Hayatımın en unutulmaz deneyimlerinden biriydi. Sınırlarımı zorlayan bir roldü, bana çok güzel başarılar hediye etti. Onun üzerine hemen dönemedim. Sonra araya hayat girdi. Televizyona işler yaptım. Fransa’ya gittim, geldim; orada işler yaptım. Yeniden burada çalıştım, pandemi yaşandı. Artık zamanı gelmişti. Bu oyun bana ilk geldiğinde de “Yaşasın, sadece ağlamayacağım. Komedi de yapabileceğim bir oyun” dedim. Nermin Yıldırım çok sevdiğim bir yazar. Onun hikâyesi olması, Emre’nin (Ünal) yönetmesi, sahnede Ülkü Duru ve Müfit Kayacan’la olmak... Daha ne olsun! Bir de aile eleştirisini çok kıymetli buluyorum. Didaktik olmadan, komik anlarla seni kendi gerçeğinle yüzleştiriyor.
- Aile sana ne ifade ediyor?
Yönetmenimizin de bana ilk sorduğu sorulardan biri olmuştu bu. Ben de ona “Aile sığamadığımız cennet, kaçamadığımız cehennemdir” demiştim. Toplumun en küçük parçası. Bütün iyilikler de kötülükler de oradan çıkıyor. Yani bireylerin hayatta birtakım şeylerin acısını birbirinden çıkarmasının sebebi de bu çekirdek aslında. Bizim oyunun motto cümlelerinden biri şu: “Hem kendimiz olup hem de sevebilecek miyiz birbirimizi?”
- Bunu biraz açsak...
Bir aile içindeyken kendi kimliğini yaratmaya çalışıyor, o kimliği önce anne ve babana ispat etmeye çabalıyorsun. Tıpkı toplumda kendine yer edinir gibi aile içinde de yer edinmeye uğraşıyorsun. Şanslıysan seni özgür bırakıp sevdiğin, sevmediğin şeyleri keşfetmene izin veriyorlar. O kadar şanslı değilsen alanın giderek daraltılıyor, hayatında bir sürü sorunun kaynağı olabilecek sıkışmışlık devreye giriyor.
- Sen aile içinde ne kadar kendi istediğin kişi olabildin?
Ben şanslı bir çocuk olarak büyüdüm çünkü ailemin kadınları hem güçlüler hem de karşılarındakilere alan tanıyorlar. Kendi hayatlarını senin üzerinde temize çekmekten ziyade özgür bırakıyor, sadece deneyimlerini aktarıyorlar. Yer yer ortaya çıkan çatışmalar inanılmaz kuvvetli oluyor ama biz birbirine bazen çok yüksek sesle bir şeyler söylerken bile diğerinin altta ne ima ettiğini anlamaya çalışan bir aileyiz. Çocukluğum hem çok güzel geçti hem her birey gibi çok zorlandığım anlar oldu. Ama annem, anneannem, kuzenlerim, teyzelerim, hepsi benim için hayatı kolaylaştıran insanlardı.
- Sen kendin olabilirken karşındakileri değiştirmeye çalışmadan durabildin mi?
Yani hem kendin olup hem başkalarını oldukları gibi kabul edebildin mi diye soruyorsan; insan bunun önemini, kıymetini zamanla anlıyor sanırım. İnsanlara kendini gerçekleştirebilecekleri bir alan vermeyi başararak onların hayatlarına dokunmanın inceliklerini zamanla öğreniyoruz. Dostlarımız, ailemiz, iş arkadaşlarımız, hayatımıza giren hemen herkesin üzerimizde bir etkisi oluyor. Dalgaların vura vura kayayı yuvarlaması gibi biz de insanlar karşısında törpüleniyoruz. İyi ki öyle oluyor. Hep aynı kalmakta ısrar etmemek gerek diye düşünüyorum.
Hayatın içinde mutsuzdun, sosyal medyada ikinci bir sanal kimlik yarattın, orası daha da sert geldi...
SINIRLARA DİKKAT!
- Oyunda mutlu ailenin sırrı şöyle tarif ediliyor: Sık görüşmemek. Katılıyor musun?
Biz çok sık görüşürdük ailemle. O kalabalık bayram yemekleri, herkesin aynı anda konuştuğu uzun masalar... Bunların zorlukları var mı, kesinlikle var. Ne kadar kendini zorlarsan zorla, sonuçta bazı şeyleri bir yerden sonra kendinde hak görüyorsun. Arkadaşına söylemeyeceğin şeyleri söylüyorsun, hiç filtreden geçirmeden. Dolayısıyla bir noktadan sonra çok boğucu da olabiliyor. Aile ilişkilerinde belki de ıskalamamamız gereken şey, tıpkı arkadaş ilişkilerinde olduğu gibi sınırlarımıza biraz dikkat etmek.
- “Bizim ailenin en büyük sıkıntısı başımıza korkunç şeyler gelmesi değil, o korkunç şeylerin başkaları tarafından duyulması” deniyor oyunda. “Elâlem ne der” diye büyütülüyoruz, sen buna katılıyor musun?
Evet, bu sadece bizim kültürümüze ait bir şey de değil, insan olmanın defolarından biri. Başkalarının ne düşündüğünü o kadar önemsememeyi başarsak çok daha mutlu olurduk. Şimdi bir de sosyal medyayı başkalarının bizim hakkımızda ne düşündüğünü öğrenmek için kullanır hale geldik. Kendimiz hakkında nasıl düşünülmesini istiyorsak öyle bir profil çiziyor; ona kıyafet giydiriyor, yemek yedirip onu gezmelere götürüyoruz. Sonra onun altına birileri “Bence yetersizsin”, “Bence böyle değilsin” diye yorumlar yazıyor. Hayatın içinde mutsuzdun, ikinci bir sanal kimlik yarattın, orası daha da sert geldi. Herkese sürekli fikrini sorar hale gelen bir iletişim biçimi var. Mutsuzluğun en büyük temellerinden birinin bu olduğuna inanıyorum.
- “Başkaları ne der” kısmını sen bir oyuncu olarak yenmeyi başarabildin mi?
İlk başladığımda 14-15 yaşlarımdaydım, hiç umurumda olmuyordu. Sonra kendimi “Niye böyle yazıyorlar”, “Niye böyle söylüyorlar” derken buldum. Ama bu kadar yıl sonra aynı şekilde etkilenmiyorum. Herkesin fikrine saygı duyuyorum ama bunlar varlığımı ya da yaptığım işi sorgulatmıyor bana.
O ANLARDA HARUN SÜPER KAHRAMAN GİBİ DURUYOR
- Harun Tekin’le (mor ve ötesi grubunun solisti) 10 yıldır birliktesiniz. Uzun birlikteliğin sırrı nedir?
Biz bir puzzle gibi birbirimize uyumlandık, sanki eksik parçalar birbirini buldu. İkimizin de mesleki olarak aynı dünyanın içerisinde olması bir yandan çok avantajlı; birbirimizi anlıyoruz, benzer bakış açılarımız var. Ama öte yandan da bu kadar duygularıyla iş yapan iki insan, zor iki insan demek. Biz bu konuda birbirimize alan tanıyoruz. Özellikle Harun’da en hayran olduğum şeylerden biri, beni inanılmaz destekliyor, kafamın içinde çok özgür bırakıyor. Yani ne ilişkiyi ne de olduğum insanı hapsediyor, hep ileriye teşvik ediyor. Kendimden şüphe ettiğim anlarda elimden tutuyor. İnsan bazen kendine dair karanlık bir yere geçebiliyor. O anlarda Harun bir süper kahraman gibi duruyor.
-10 yılda aşk nasıl değişiyor? Mesela tutku kalıyor mu?
Güvenle birlikte yoğunlaşan sevgi aslında daha tutkulu bir şey.
- Evliliği düşünüyor musunuz?
Önce bir birbirimizi tanıyalım Hakan, biraz erken değil mi?
- 10 sene olmuş, nesi erken?
Dalga geçiyorum. Ne bileyim, hakikaten bir farkı yok, şu an da çok mutluyuz, bir gün canımız isterse yaparız ama şu an için öyle bir planımız yok.
KLASİK GÜZELLİK ALGISINA UYAN BİR FİZİĞE SAHİP OLMADIM
- Saçlarını kestirdin. “Kadınlar saçlarını mutsuz olduklarında kestirir” derler. Sen de öyle bir dönemden mi geçtin?
Yok, şükürler olsun keyfim yerinde. Uzun zamandır çok uzundu saçlarım ve artık farklı bir model kullanmak istiyordum. Karaktere uyacağına da inandım, belki bilinçaltım çağırdı kısa saçı ve kestik.
- Yurtdışında oyuncular ne değişimler geçiriyor! Buradaysa senin saçlarını kestirmen “Şoke etti” gibi başlıklarla sunuldu. Görsellik üzerinden bu kadar yargılanmak hakkında ne
düşünüyorsun?
Düşünmemeye çalışıyorum. Görsellik üzerinden yargılanmak çağın hastalığı. Televizyonda özellikle; topuklu ayakkabı, ince fizik, pürüzsüz cilt gibi birtakım belirli yanlış kalıplar oturmuş. Ve bu kalıplar böyle devam ediyor. Neyse ki son yıllarda bir şeyler yavaş yavaş değişmeye başladı. İnsanlar dünya sinemasına bakıp orada anlatılan hikâyelerin çeşitliliğiyle bedensel zorunlulukların ortadan kalktığını görüyor. Mutlu oluyorum ama bir yandan da bunu henüz bizim televizyon projelerinde yüzde yüz göremiyoruz.
- Sen hiç fiziğin yüzünden yargılandın mı?
Ben hiçbir zaman klasik bir güzellik algısına uyan bir fiziğe ve yüz hatlarına sahip olmadım. Tercih ettiğim işler de pek öyle olmadı. Dolayısıyla aslında kariyerim boyunca oralarda çok zorlanmadım. Ama bir kere belirli bir tipte bir karakteri oynayınca bir sonraki birkaç işte benzer roller geliyor. Bu kısır bakışı hiç anlayamıyorum. Bundan mustaribim.
MARUZ KALDIĞIM ŞEYLER OLDU, YÜZLEŞTİM
- Bir süredir anaakım televizyon kanallarında olmamanın bir sebebi var mı?
Bazen “Oynamasam olmaz” diyeceğiniz işler oluyor ve üst üste dizi yapıyorsunuz ama tercihen aralarında zaman bırakmayı önemli buluyorum. Hem seyircinin bir önceki karakteri unutması için hem de benim psikolojimi, paletimi temizlemem için. Bir de televizyonda daha sık iş yaptığım dönemde hep mağdur, sadece aşkla var olan, hüzünlü, mutsuz bir kadın karakter yaratımı vardı. Neyse ki son yıllarda bu da değişti.
- Rol seçerken canlandıracağın karakterin maruz kaldıkları ve duruşu senin için öncelikli midir?
Ben her hikâyenin anlatılabilir olduğuna inanıyorum. Önemli olan o hikâyeyi nasıl anlattığın. Her zaman hayatta başarılı olmuş, güçlü, mutlu insanları anlatmayacağız tabii ama kime, neyi, nasıl anlattığımızın bir önemi ve sorumluluğu var üzerimizde. Ben çok küçük yaşta bu işe başladım, zamanında içindeyken sustuğum şeylere şimdi sesimi çıkarabiliyorum.
- Küçük yaştan beri setlerdeyim dedin, hiç psikolojik ya da fiziksel taciz yaşadın mı?
Dünya üzerinde herhangi bir kadın, hayatının herhangi bir anında, sözlü ya da fiziksel tacize maruz kalmamış olsun, sanmıyorum. Maalesef, hepimizin başına geldiğine inanıyorum. Benim de hemcinslerim gibi maruz kaldığım şeyler oldu. Hiçbir zaman da yüzleşmekten geri adım atmadım.
İNSAN YAŞ ALDIKÇA FERAHLIYORMUŞ
- Şimdiye kadar en yanlış anlaşıldığın konu ne oldu?
Hiç kimseyle ilgili elimden geldiğince “Şunu sevmez”, “Şöyle biridir”, “Şunu asla yapmaz” ya da “Değişme, hep böyle kal” demem. O yüzden benimle ilgili de o değişebilme payını her zaman karşı tarafın açık bırakmasını isterim.
- 38 yaşındasın, 40’a az kaldı. Hayatının nasıl bir dönemindesin?
İyiyim, insan yaş aldıkça ferahlıyormuş. Dünyayla kurduğun ilişkide insanların ne düşündüğünü, başkalarının verdiği yükü artık istemiyorsun. Buna göre adımlar attığın için de daha özgür, ferah hissediyorsun.
- Londra’dasın. Bir ayağın burada, bir ayağın orada...
Son röportajımızda da bir ayağım Fransa’daydı, hem Türkiye’de hem Fransa’da çalışıyordum. Şimdi o ayak İngiltere’ye kaydı. Burada da üzerinde çalıştığımız projeler var.