Hırka-i Şerif’in hikayesi 1400 yıl öncesinde Yemen’e dayanıyor. Üveys İbni Amr, Yemenli fakir bir deve çobanıymış. Yemen’in Karn beldesinde doğduğu için Karanlı Veys anlamına gelen Veysel Karani adıyla anılmış. Müslümanlığı seçen bu derviş, peygamberi görmek için yollara düşmüş ve aylarca yürüdükten sonra Medine’ye gelmiş. Fakat Hazreti Muhammed o sırada Medine’de değilmiş. Bir müddet beklemiş ama Yemen’deki kardeşleri küçük, annesi de hasta olduğu için peygamberi göremeden geri dönmek zorunda kalmış.
Hazreti Muhammed Medine’ye döndüğünde olup bitenleri duymuş, bu dervişin hikayesinden çok etkilenmiş. Vefatına yakın bir tarihte, “Yemen’deki Karn kabilesinden Üveys isminde biri gelecektir, ben o gün artık aranızda bulunamayacağım için bana aşık olan bu garibi göremeyeceğim. Sizlerden biri onu görürse bu hırkamı kendisine versin” diye vasiyet etmiş. Emaneti Hazreti Ömer almış. Yıllarca sorup soruşturduktan sonra Arafat yakınlarında bulmuşlar Veysel Karani’yi ve hırkayı vermişler. Veysel Karani uzun bir ömür sürmüş. Hazreti Ali’nin Muaviye ile yaptığı Sıffın Savaşı’na katılmış. Bir rivayete göre Hazreti Ali’nin oğlu Hüseyin’i binlerce kişilik Yezit ordusuna karşı savunan 72 kişiden biri olarak Kerbela’da şehit düşmüş.
ÖNCE KUŞADASI SONRA İSTANBULVeysel Karani, hiç evlenmediği için ölümünden sonra Peygamber’in emanetini kardeşi Şahabettini Sühreverdi üstlenmiş. İşte Veys sülalesi bu şahsın evlatlarından geliyor. Aile 16. yüzyılın başlarında Anadolu’ya göç etmiş ve önce Kuşadası’na, sonra da 1611’de İstanbul Fatih’e yerleşmiş. Veys sülalesinden olduklarından herkes onlara “Şeyh Üveysi” diyerek hürmet etmiş. Karaniler de denilen bu aileden çok sayıda medrese hocası, matematikçi ve vaiz yetişmiş. Evlerinin korunaklı bir odasını Hırka-i Şerif için ayıran Üveysiler, kandillerde ve ramazan ayında bu kutsal emaneti görmek isteyenlere kapılarını açmışlar.
Üveysiler 17. yüzyılın sonlarında Köprülü ailesiyle akraba olmuş. Bu akrabalık ilişkisi ailenin Osmanlı’daki itibarını daha da yükseltmiş. Öyle ki çocukları şehzadelerle birlikte sarayda sünnet edilmeye başlanmış.
Devletle yakın temasta bulunan Üveysiler buna rağmen hep kendi işlerini yapmayı tercih etmiş. Kimi müderrislik yapmış, kimi Kapalıçarşı’da ticaretle uğraşmış, kimi sarraf olmuş. Ekmeklerini hep yaptıkları işlerden kazanmışlar ve hırkanın üzerinden gelir temin etmeyi hiç düşünmemişler.
KIZ ÇOCUKLARINI OKUTTULARBu aile aynı zamanda Osmanlı modernleşmesinin de hem yakın tanığı hem de aktörlerinden biri. Aile reisleri çocuklarının eğitimine çok önem verirmiş. Oğulları gibi kızlarını da okutmuşlar. Cumhuriyetin ilanından sonra yine konakta kalmaya devam etmişler ama devletin kısmi desteğini kaybeden aile yeni düzen içinde geçim derdine düşmüş. Zaten cumhuriyetin ilk yıllarında hayatta olan aile büyüğü Mahmut Şehabettin Bey, soyadı kanunu çıkınca Karani yerine Köprülü soyadını almayı uygun görmüş.
Mahmut Bey’in oğlu olan Haşim Köprülü, cumhuriyet kurulduğunda 17 yaşındaymış ve tıp okumak istiyormuş. Fakat ailenin imkanları azaldığı için ticaret mektebine kaydını yaptırıp muhasebeci olarak hayata atılmış ve o zamanlar bir Fransız işletmesi olan Tekel’e girmiş. Haşim Bey’in bir iş tutması ailenin de bir ölçüde nefes almasını sağlamış ama aile 1611’de geldikleri İstanbul’a artık veda etmek zorunda kalmış. Haşim Bey, Adana, İzmir, Adıyaman, Antep gibi şehirlerde görev yapmaya başlamış.
RESMİ HIRKA-İ ŞERİF MUHAFIZIİstanbul hasretleri 1945’te aile reisinin tayini Kabataş’taki Tekel Genel Müdürlüğü’ne çıkınca bitmiş. Bu sırada Vakıflar İdaresi’nden bir davet mektubu gelmiş Haşim Köprülü’ye. Devrin Vakıflar Genel Müdürü, ailenin konağa dönüp camideki emanetlerini devralmasını istemiş. Köprülü bu teklifi hemen kabul etmiş ve eşi ve çocuklarıyla birlikte çocukluğunun geçtiği konağın kapısından adımını atmış. Yeni unvanıysa “Hırka-i Şerif Muhafızı”ymış.
Muhafız ailesinin hayatında pek değişiklik olmamış. Haşim Bey, yıllık iznini ramazan aylarında kullanmış ve 15 günlük tatillerini Hırka-i Şerif’in başında geçirmiş. Gülsen Hanım’dan sonra Gülden ve Gülay adında iki kızı daha olmuş. Üç kızını da okutmuş. Büyük kızı doktor, ortancası sosyolog, küçük kızı da arkeolog.
Haşim Bey’in ortanca kızı Gülden Hanım, 1974’te bir erkek çocuk dünyaya getirmiş. Çocuğa Barış adını koymuşlar. Barış Bey de okumuş, mühendis olmuş. Sonra da Amerika’ya gidip işletme masteri yapmış. Kariyerinde ilerleyip büyük bir şirketin genel müdürü olunca ailesinin manevi dünyasıyla yakından ilgilenmeye başlamış.
KUTSAL EMANETİN KAPISINI KAYNAKLA KESTİLERHaşim Bey’in ölümüyle koca konakta 5 kadın yalnız kalmış. Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne gidip durumu anlatmışlar. Ailede erkek evlat olmadığı için muhafızlığı kadınlardan birinin yürütmesine karar verilmiş.
Haşim Köprülü’nün sağlığında caminin bir müezzini varmış. Fakir müezzine Haşim Bey el uzatmış, “Gel sana öğreteyim, muhasebecilik yapıp birkaç kuruş kazan” demiş. Bir sene içinde mesleği öğretmiş. Müezzin, din adamı itibarını kullanan birkaç sene içinde şakülü düzeltmiş. Giyimi kuşamı, hali tavrı değişmeye başlamış.
Gülsen Hanım, bir gün eve döndüğünde annesini ağlarken bulmuş. “Ne oldu” diye sorunca, müezzinin geldiğini ve “Ailenizde erkek yok, bu konağı terk edin. Burada artık din adamları ikamet edecek” dediğini söylemiş. Sonunda aile ellerindeki üç beş kuruşu bir araya getirip Suadiye’de 90 metrekarelik bir daireye taşınmış. Ama Hırka-i Şerif’in anahtarını hep elde tutmuşlar.
KAYMAKAM, MÜFTÜ VE İMAM ELELE
1984’te halaları Müeyyet Hanım da ölünce yeniden kâbus dolu günler başlamış. Bu sefer aileye üst düzey devlet ricalinden telefonlar gelmeye başlamış. “Hırkayı ziyarete geleceğim, kapıları açın” diyenlerin sayısı gün geçtikçe artmış. Aile ise, her seferinde yüzyıllardır süren geleneği bozmayacaklarını beyan etmiş. 1984’ün ramazanı yaklaşırken, “Siz açamayacaksanız anahtarı verin” demişler. Aileden ret cevabı alınca, “O zaman biz girmesini biliriz” deyip kestirip atmışlar. Ertesi sabah erkenden camiye gittiklerinde Sultan Abdülmecid’in yaptırdığı el işlemeli demir kapının kaynakla kesilerek kırıldığını görmüşler. Kim tarafından? Hepsi! Yani ilçe kaymakamı, müftü, caminin imamı, müezzinleri ve cami derneğinin o dönemde yönetiminde olan zevat... Seslerini çıkarmadan evlerine gidip günlerce ağlamışlar.
Sonunda devrin vakıflardan sorumlu Devlet Bakanı Kazım Oskay’a ulaşmışlar, adalet yerini bulmuş. Yalnız aileden, ramazan aylarının 15 günü hırkanın açılması ricasında bulunmuşlar. Ama bu arada olan kutsal emanete olmuş. Kapının kesilmesiyle devlet erkanından yetkililer ve zenginler Hırka-i Şerif’i öpüp başlarına koymaya, ahali elini yüzünü sürmeye başlamış ve bu kutsal emanet birkaç ayda 14 yüzyılda hırpalanmadığı kadar hırpalanmış.
BİZ GÖLGELERİN İNSANLARIYIZGülsen Hanım ve Barış Bey, fotoğraf çekmemize itiraz etti. Barış Bey (solda): “Bizim değil hırkanın öne çıkması lazım. Büyük dedemiz Veysel Karani ölene kadar o hırkayla yaşamış mütevazı bir insandı. Bizim flaşların altında olmamız dedelerimizin ruhlarına saygısızlık. Çünkü biz gölgelerin insanlarıyız, sadece Hırka-i Şerif’in muhafızıyız. İnançlarımızı kendi içimizde yaşayan İstanbullularız. Birkaç yakın dostumdan başka hiç kimse benim Veysel Karani’nin son torunu olduğumu bilmez.”
HIRKAYI ÜTÜCÜ DEĞİL UZMANLAR KURULU AÇTI
Köprülü ailesi geçen yıl hırkanın yeni tekniklerle bakımdan geçirilip korunması için yeni resmi başvuru yaptı. Vakıflar’dan, İstanbul İl Özel İdaresi’nden ve Anıtlar ve Rolöve Müdürlüğü’nden bir ekip oluşturuldu. Üniversitelerin ilgili bölümlerinden uzmanlarla toplantı yapan bu ekip dünyadaki en önemli iki İtalyan ve İngiliz profesörü İstanbul’a davet etti. Hazırlanan rapora göre hırka özellikle kat yerlerinden aşınmış durumda. Şu anda hırka odası belirli bir nem seviyesinde tutuluyor ve kutsal emanet açılarak dinlendiriliyor. Birkaç aylık dinlenmenin ardından gerekli onarımdan geçirilecek ve bulunduğu oda da modern müzecilik teknikleriyle donatılacak. Yani günlerdir söylenen “Bir bakıcıya teslim edilen hırka ütülenerek yakıldı” gibi iddiaların aslı yok.
HIRKA-I ŞERİF BAŞKA HIRKA-I SAADET BAŞKATürkiye’de Hazreti Muhammed’e ait olduğu öne sürülen iki tane hırka var. Bunlardan biri Hırka-i Şerif. Diğeri ise Hırka-i Saadet. Hırka-i Saadet, Hazreti Muhammed tarafından şair ve müzisyen Kaab İbni Züheyr’e hediye edilmişti. Şair, peygamberin huzurunda Banet Suad isimli meşhur kasidesini müzik nağmeleri eşliğinde okuduğunda Hazreti Muhammed çok duygulanmış ve hırkasını bu şaire armağan etmişti. Sonradan Mısır’daki Memlük sultanlarının hazinesine giren hırka Yavuz Sultan Selim’in 1517’de Memlük hanedanlığını yıkması sonucu İstanbul’a getirildi. Hırka-i Saadet halen Topkapı Sarayı Müzesi’nde korunuyor.
HÜCRESİ ABDÜLHAMİT’TEN CAMİİ ABDÜLMECİT’TENEmanetin muhafazası için ilk yapıyı 1709’da Sadrazam Çorlulu Ali Paşa yaptırdı. Aksekili Mescidi’nin karşısında kagir bir hücre ile bitişiğinde bir çeşme ve imaret inşa edildi.
1870’te I. Abdülhamid avlu üzerinde bulunan ufak kagir hücreyi inşa ettirdi. Eski Hırka-i Şerif Dairesi olarak anılan bu hücre II. Mahmud tarafından 1812’de yenilendi.
Hırka-i Şerif Camii ise Sultan Abdülmecid tarafından yaptırıldı. Çevredeki birçok bina kamulaştırılarak yıktırıldı, 1847’de başlayan inşaat 1851’de sona erdi.
Caminin yapılıp ibadete açılmasından sonra her ramazan ayının 15’inden sonra Hırka-i Şerif öğlen namazından ikindi namazının bitimine kadar ziyaretçilere gösterildi.