Güncelleme Tarihi:
Bilmeyenler için çocukluk ve gençlik yıllarınızda neler yaptığınızı anlatır mısınız?
- Çocukluğumun dünyası büyük bir doğa zenginliğiydi. Çok yaramaz, ele avuca sığmaz bir çocuktum. Hep türkü söylerdim. Köyde toplu olarak türküler söylenirdi. Çok küçükken “Ben de öyle türkü söyleyebilirim” dedim, türküler uydurmaya başladım ama kimselere dinletemiyordum. Köye, âşıklar, destancılar gelirdi. Onlara öykünürdüm. Kayalıklara, tepelere çıkar dağ üstüne, çiçekler üstüne kendi kendime türküler söylerdim.
Çocukluk hayaliniz neydi? Gerçekleştirdiniz mi?
- Hep Karacaoğlan gibi bir âşık olmak istedim. On beş ya da on altı yaşlarımda folklor denemelerine başladım. O zaman da bir bilim adamı olmayı, doğu dünyasının folklorunu, etnografyasını araştırmayı isterdim. Yaşamım boyunca bir tek değişmeyen düşüm oldu: Biraz daha, biraz daha güzel yazabilmek. Yazmaya bilinçle, istençle başladım. Hikâyeden, şiirden, romandan başka bir şey düşünmedim diyebilirim. Politik yaşamım bile edebiyat ilişkisinden dolayıydı. Dünyayı doğru algılayabilmek, gerçeğe daha derinlemesine inebilmek, anlatımı gerçekle bütünleştirebilmek...
Gençlik yıllarınızda Türkiye’nin sosyal ve siyasal yaşamını nasıl görüyordunuz? Temel şikâyetiniz nelerdi? Neleri değiştirmek istemiştiniz? Ne için mücadele ettiniz, ne oldu?
- Adana’da sosyalist, genç bir edebiyat çevresi içindeydim. O dönem Adana’ya siyasi sürgün olarak gelmiş Arif Dino, Abidin Dino, Güzin Dino’yla dostluk kurmuştum. Askerlikten önce otuz beş binden fazla kitap bulunan Ramazanoğlu Kitaplığı’nda çalışmıştım. Gündüzleri kitaplığa kimsecikler uğramıyor, ben de hiç durmadan okuyordum. Geceleri de kitaplıkta yatıyor, durmadan okuyordum. O sıralar Milli Eğitim Bakanlığı’nca değerli çevirmenlerden bir dünya klasikleri kurulu oluşturulmuş, Doğu’dan Batı’dan harıl harıl çeviri yapılıyordu. Homeros, Yunan klasikleri, 19’uncu yüzyıl klasikleri benim düş cennetlerimdi. Askerlik gelip çatmasaydı, amacım kitaplığın büyük bir kısmını okumaktı. Ne kadar okumak mümkünse... Roman, hikâye sanatının ne olduğunu anladığımı sandığım günlerde de yazmaya başladım.
Romanlarınızda değindiğiniz konular Çukurova’dan yola çıkarak Türkiye gerçeklerini anlatıyor. Gerçekleri anlatan cesur bir yazar olmanız sizi ne gibi zorluklarla karşılaştırdı? Siyasi baskılar dışında sosyal baskıya da maruz kaldınız mı?
- ‘Zilli Kurt’ etme baskıların en belalısıdır. Size onun hikâyesini anlatayım: Doğu Anadolu’da koyun sürülerine, koyun damlarına kışın acıkan kurtlar girer, koyunlara saldırır, bir koyunu alıp götürmez, bütün bir sürüyü ısırırlar, yaralarlar, parçalarlar, kaçarlar. Kurdun dişlerince yaralanmış koyunlar iflah olmaz; ölürler eninde sonunda. İşte böyle, köye kurt girdiğinin sabahı köylüler atlanırlar, kurtların ardına düşerler. Kurdu, kurtları yakalayınca fiske bile vurmaz, sağlam bir zincirle, kopmaz kirişle, kurtların boğazına birer zil takar onları bırakırlar. Kurtlar kurda kuşa, hiçbir canlıya, koyuna keçiye, eşeğe danaya, hiçbir yaratığa yaklaşamazlar açlarından ölürler. İşte Türkiye Cumhuriyeti hükümetleri de bu kurt metodunu köylülerden öğrenmiş, her hoşuna gitmeyen insanın boynuna bir zil takıp bırakıyordu bozkıra. Ben sizi bilmem, benim gençliğimde boynumda hep zil oldu; arkadaşlarımın da. Türkiye’de insan hakları için, insan onuru için, özgürlük için savaşım veren sanatçılar, insanlar, yoksulluğa, haksızlığa direnenler hep ‘Zilli Kurt’ oldular.
Yaşadığınız tüm baskı ve sıkıntılara rağmen müthiş bir iş başarıp küçük dünyanızdan yani Çukurova’dan tüm dünyaya seslenebilen bir yazar oldunuz. Şimdi baktığınız zaman başarının güncel bir tabirle bir formülü var mıydı?
- Ben dehaya filan hiç inanmam. Başarmak sadece ve sadece çalışmakla mümkündür... Canını dişine takarak çalışmakla...
Toplum Gönüllüleri Vakfı ve toplum gönüllüsü gençlerle ilgili düşünceleriniz nelerdir?
- Yüzyıllardan bu yana süren bugünkü eğitim, çağımıza yakışmayan, özünü hiç yenilemeyen bir eğitim düzenidir. Ana babalara göre çocuk, çocuktur. Oysa çocuklar da insandır ama onlara insan gibi davranılmıyor. Okullar da beş aşağı beş yukarı böyle. Orada da çocuklara çoğunlukla birçok bilgi ezberletiliyor. İnsanla, yaşamla yüz yüze kaldıklarında da bocalıyorlar. Oysa eğitim düzeninin adı çoktan konmuş:Üreterek, yaşayarak, yaratarak eğitim. Sizin gönüllülük anlayışınızda da bu eğitim anlayışını seziyorum ve bana umut veriyorsunuz.
Gençlere ne söylemek istersiniz?
- Sizin kuşağınızın üstesinden gelmesi gereken çok büyük sorunlar var. Hiçbir çağda, kötülük böylesine örgütlenmedi ve güçlü olmadı. Kötülüğün dünyamızın yaşamını tehdit ettiğine her gün tanık oluyoruz. Dünyamızdaki yokluk, açlık, tamamen bozulmuş bir gelir dağılımı… Dünyadaki dillerin yok olması, kültürlerin yozlaşması... En önemlisi de doğanın kırımı, doğa kırımıyla birlikte insanoğlunun soyunun da tükenmesi… Milyarlarca insan bazı olanaklara kavuşmuş insan kardeşleri tarafından sömürülüyor. Yaşamı doğadan kopuk, eğitimi yaşamdan kopuk, yaşamını siyasi katılım yoluyla düzenleme hakkından yoksun insanlar şiddete dönebiliyorlar. Ve insanlar savaş çıkarıyorlar, savaşta birbirlerini öldürüyorlar, işkence yapıyorlar, birbirlerini aşağılıyor, birbirlerinin onurunu ayaklar altına alıyor, birbirlerini sömürüyorlar. Acıma, sevme duygularını yitiriyorlar. Gözü dönmüş bir savaş kışkırtıcılığı almış başını gidiyor. Karşılarında da mücadeleniz için dayanağınız, bilim ve sanat ve demokrasiye kesinkes bağlılık...
Başımızdaki yeni dertlerden de kurtulabilecek miyiz?
- Şüpheliyim demeye dilim varmıyor. Dilimden hiç düşürmediğim bir sözdür, insanoğlu umutsuzluktan umut yaratır. Umutsuzluk bize yakışmaz. Gözü dönmüş bir savaş kışkırtıcılığı almış başını gidiyor. Karşılarında da mücadeleniz için dayanağınız, bilim ve sanat ve demokrasiye kesinkes bağlılık.