Güncelleme Tarihi:
Eğer sevgisi ile pazarlıkçı ve bir o kadar da mızıkçı bir sevgi türü yaşıyoruz. Al gülüm – ver gülüm. Eee, alacak param yoksa gülüm? O zaman bas git yanımdan, gözüm bile görmesin. Peki nerde kaldı insanlık? Paran kadar konuş, menfaatin kadar yaklaş, kürkün kadar ye. İnsana pek uymuyor bu tür bir sevgi. Sevdin mi, en azından, en azından bir köpek kadar samimi olmak lazım. İçten pazarlıkçılık yapmadan. Sahibin beş parasız da kalsa, evi, eşi, işi, aşı, maaşı, kariyeri ve sosyal çevresi ile batağa da batsa. Kıyafetinin hırpaniliğine, yollardaki derbederliğine, artık ona alamadığı etlere kemiklere v.s. bakmaksızın sahibini muhteşem bir sadaketle seven bir köpek. Sevdin mi bir köpek gibi seveceksin demek, güzel gözüne bakıp sevgilinize eşşek gözlüm demek kadar ters bir benzetme olabilir ama yine de hayvanlar aleminden alacağımız çok ibretler olduğunu düşünüyorum.
Çünkü sevgisi ile seviyoruz bir de. Seni çok seviyorum; çünkü çok güzelsin. Seni seviyorum çünkü çok zenginsin. Peki ya güzellik gidince, zenginlik bitince ne halt edeceğiz diye sormuştum geçen hafta. Sevdiğimizi güzel diye sevince, taptığımız para olunca, insanlık bu resmin neresinde kalıyor? Sevgilerini test edip, durumun vehametini benimle paylaşan okurlarım oldu. Hocam biz aslında gerçekten sevmiyormuşuz. Sevgideki şartları kaldırmadan da mutlu olamıyacağımızı anladık. Şöyle şöyle kararlar verdik v.s. v.s. diyen dostlarım oldu. Tebrikler. Hatta İngiltere’den bir okurum şu anda sevdiği arkadaşı ile evlenmek üzere olduğunu ama hangi sevgi türü ile sevdiğini test etmek için evliliğini 1 ay ertelediğini ve belki de bu kararı ile hayatını kurtaracak ve kendisini ömür boyu azap içinde bırakacak bir hatayı engellediğini söyledi. Ne diyeyim, tebrikler. Kaldıramayacağımız yükün altına girmek, her iki tarafa da büyük bir azap.
3. sevgi türü olarak herşeye rağmen sevgisini anlatmıştım. Şartsız, koşulsuz, ön yargısız. Tamamiyle ruhani bir sevgi. Zaten uygulayanların ruhunu okşaması da bundan dolayı olsa gerek.
Toyotome’yi gençlik yıllarımın en hırçın, en delikanlı günlerinden birinde tanıdım. Tabi ki tanıyabildiğim kadar. Yazdığı makale neredeyse benim doğduğum yıllara rastlıyordu. Ama savunduğu felsefe değil benim yaşımı, benim gibi milyarlarca gencin yaşını katlayacak bir güç ve dinamizmdeydi.
Annem ben 8 yaşında iken vefat etmişti. Ve sırf bizlere iyi baksın ve aile içi uyum sorununu yine sülalemizden gelen aile gücü ile aşsın denilerek babam amcasının kızı ile ikinci evliliğini yaptığında annemin vefatı üzerinden henüz 1 ay bile geçmemişti. Sevgili dostlarım bir annenin ölümünden bahsediyorum. Bir canın gidişinden. Canınızın sanki bütün sinirlerinizden tutulup dişlerinizden çekilerek alınışından. Sanki ruhunuzun bedeninizden sökülüşünden bahsediyorum.
Kalemi en güçlü yazarların bile anlatmakta zorlanacağı bir duygu bu. Bir annenin ölümü. Hem de siz küçücük bir çocukken. Yani sevgiye en muhtaç olduğunuz bir dönemde. Yüreğiniz yanıyor hem de taa derinden. Her aklınıza geldiğinde annem diyorsunuz. Her hatırladığınızda annnneee diyorsunuz. Geceleri üstünüz açılsa bekliyorsunuz. Hatta mahsus açıyorsunuz üstünüzü bir gece yarısı. Belki rüyalarınızda gelip örter diye. Gecenin karanlığına doğru kaykılıyor ve haykırıyorsunuz, anneee diye. Uzaklardan gelmesini bekliyorsunuz. Hıçkırıklara boğuldunuz yastığınızın ıslaklığı Çukurova sıcağından bile günlerce geçmiyor. Yüreğiniz yerkürenin en sıcak tabakasına dönüşüyor. Boğum boğum düğümleniyor ağıtlarınız gırtlağınızda ve yutamıyorsunuz. Titremeler 18 Ağustos depremini bile geride bırakıyor. Sarsılıyorsunuz. Kasılıyorsunuz. Kalbiniz elinize geliyor ateşi ile. Parmak uçlarınızdan çıkmaya çalışıyor. Beyniniz zonkluyor. Anneee diye karanlığa yarı hiddet yarı himmet haykırıyorsunuz, sessizce. Göz yaşlarınızın sıcaklığı yüzünüzde iz yaparak çenenize ve oradan da göğsünüze ulaşıyor. Ve kalbinizdeki yangına doğru gidiyor. Söndüresiceye kadar ağlıyorsunuz. (aradan geçen 28 yıla rağmen bu gün bu satırları yazarken bile…) Bitkin, bitap, yorgun ve halsiz yığılıp kalıyorsunuz dikildiğiniz yatağa. Sanki bedeninizdeki tek ağırlık göz yaşlarınızmış da, onlardan kurtulunca hafiflemişsiniz gibi. Hafifliyorsunuz. Bedeninizdeki bütün kanalların, damarların ve akışkanların akışı yoluna giriyor sanki. Ve akışkan duygulara yol verip dalıyorsunuz. Sabahleyin erkenden uyanıyor ve her günü, geceleyin gördüklerinizle yaşıyorsunuz. İşte buna benzer bir şeyden bahsediyorum. Annemden. Canımdan. Buna bir de 25-30 yıl öncenin (kimbilir belki şimdi de aynıdır) özlük üveyliğini ekleyince…
Üvey annemle (ben her şeye rağmen sevgisini keşfedene kadar) hırçın, kızgın, küskün ve bitkin bir dönem yaşadık. Zaman zaman eğer ve zaman zaman da çünkü sevgisi ile bürünmüş üvey (!) bir aile ortamını birlikte paylaştık. Ama her şeye rağmen sevgisini keşfettiğim gün kendime bir söz verdim. Üvey annemi her şeye rağmen sevecektim. Üvey annemle her şeye rağmen iyi geçinecektim. Üvey annemi her şeye rağmen sayacaktım. Aslında o gün verdiğim karar tam olarak şöyleydi: ben bu kadını her şeye rağmen seveceğim. Ben bu kadınla herşeye rağmen iyi geçineceğim! Tanıma bakar mısınız? Bu kadın. Anne, üvey anne filan değil. Bu kadın!
Her şeye rağmen sevgisi hayatımda bir dönüm noktası oldu. Üvey annemi her şeye rağmen sevince, babamla ilişkilerim de her şeye rağmen düzeldi. Ve onlar da beni her şeye rağmen sever ve sayar oldular. Yaptığım iyi davranışlarla öz akrabalarımın gözünde bir kahraman oldum. Üvey akrabalarımla da öz akrabanın ötesinde bir bağ kurduk. Aklımı, beynimi, kalbimi yorduğum günler geride kaldı. Kararım her şeyden önce ve herşeye rağmen benim mutluluğum anlamına geliyordu.
Üvey annemi yakalandığı amansız bir hastalık dolayısı ile kaybetme aşamasında iken, bana hayatımın en büyük ödülünü verdi. Oğlum dedi. Ben amansız bir hastalığın pençesinde sabırla ve ümitle yaşıyorum. (Lütfen ifadeye dikkat edin kıvranıyorum veya sürünüyorum değil)Bu şekilde ruhumu teslim edersem, benim inancıma göre3 kişiye şefaat edebilme hakkım olacakmış. Ben önce babanı sonra da seni seçeceğim. Gözlerim doldu, doldu, doldu… Kendi anne, babası, kardeşleri ve öz çocukları vardı. Yapamadığım bir evlatlık hakkını, her şeye rağmen sevgisine o da dönüştürebilmiş ve ruhunu beni cennete davet edecek kadar yüceltebilmişti. Halbuki üvey annem için o gözünde büyütse bile, bırakın evlatlığı, basit bir insanlıktan başka hiçbir şey yapmamıştım. Ama üvey annem için yaptıklarım bende ve ondaki her şeye rağmen sevgisi ile birleşince, özlük, üveylik, küslük gibi her şey rafa kalktı. Baştan yemin etmiştim çünkü, her şeye rağmen ben bu İNSAN ile iyi geçineceğim… Sonrasında “gerçek sevgi iyilik gördüğünde artamayan ve kötülük gördüğünde eksilmeyen sevgidir” sözünün gerçekliğini o kadar yakinen yaşadım ki, anlatamam.
Üvey annemi 1994’de kaybettik. Babam yeniden evlendi. Ama evde üvey annemden olan bir kız kardeşim ve bir de erkek kardeşim vardı. Bir gün üvey(!) kız kardeşim Tuba’yı(üvey demek ona olan muhabbetime bir ihanet gibi gelse de olayı size anlatabilmek için kavramları yerli yerinde kullanmak zorundayım) yanıma alarak onu, bana üvey ona ise öz olan annemizin (yani kendi öz annesinin) mezarına götürdüm. Annemizin mezarı başında muhteşem bir duygusallıkla süslenmiş bir dua faslından sonra, onun ruhunu da şahit tutarak, kız kardeşimden bundan sonraki hayatında her şeye rağmen sevgisini benimseme ve uygulama sözü aldım. Hayatın yokuşlu olan anlarında, gelecek inişlerin daha da çabuklaşması için her şeye rağmen sevgisini benimseyeceğine ve uygulayacağına söz verdi. Çünkü bu üvey abisi, onun kendi öz annesine bu herşeye rağmen sevgisini yaşatmış ve bunu yaşantısı ile isbat etmişti. Dolayısı ile kardeşimin de bu sevgiyi benimsemesi daha da kolay oldu. Şimdi onun hayatını da her şeye rağmen sevgisi ile süslediği anlarda daha mutlu ve huzurlu görüyorum. Üstelik her şeye rağmen sevgisinin illa bir üvey anneye karşı uygulanması gerekmediğini o da benim gibi kısa sürede anladı.
Tüm kainatı her şeye rağmen sevgisi ile sevebilmek. Dinlerden, dillerden, ırklardan, cinsiyetlerden, ünvanlardan, kıyafetlerden, bakışma ve konuşmalardan nefret etmeden, ön yargısız, peşin hükümsüz ve koşulsuz olarak sevebilmek hayatı. Kurtulmak bizi çepe çevre kuatan ön yargılardan. Yarmak bu kuşatmayı. Makama, mevkiye, ünvana, kartvizite, etikete, kıyafete göre davranma yerine, bir köpeğin koşulsuz sadakatini benimsemek, insanlık için. Sevince herşeye rağmen sevmek bir bebek masumluğunda. Bu erdeme kavuştuğumuzda biz de, çevremiz de daha mutlu, daha huzurlu ve daha rahat. Dünya hayatının elverdiği ölçüde.
Not: Geçen hafta sonu Safranbolu’daydım, bir seminer için. Türkü Evi’nde Erbil Bey diye bir dost tanıdım. Sağcısı, solcusu, oncusu, buncusu ile, Türk Halk Müziğini yaşatmak uğruna Safranbolu’nun ozanları ile her akşam buluşup, 12’ye kadar yarenlik ediyorlar. Hacı Memmet, Ülkücü Şevket, Devsolcu Şefkat, aşırı sağcı Ali, aşırı ama çok aşırı solcu Veli, akşamcı Selami.… Şuncu buncu diye silaha sarılıp, insanların yok edildiği günleri düşündüm de. Tebrikler Erbil Bey. Herşeye rağmen sevgisi ile sevip, bütün ön yargılarından ve peşin hükümlülüğünden kurtulduğun için. Hayat boyu hep karşında duranlara, şimdi evini ve yüreğini açtığın için. Ve bu duyarlılığınla belki üniversitede seni döven acımasızların, şu anda sana Hocam diye hitap etmelerini sağladığın için… Tebrikler. Hem de yürekten. Bendeniz acizane NLP ilkeleri, NLP teknikleri, NLP seminerleri, Koçluk, danışmanlık filan diye tutturmuş gidiyorum. Ama sanırım arada Anadoluya da bakmak gerekiyor. Anadoluyu da görmek gerekiyor. Başarı için Anadoluyu anlamak gerekiyor. Ne dersiniz?