Necati Cumalı’yı sever babam. Kütüphanesindeki sararmış kitapların arasında, 100 kuruşa satın aldığı, çizimleri Fikret Otyam’a ait, 1955 basımı ‘’İmbatla Gelen’’in ayrı bir yeri vardır. 20’li yaşlarında, arkadaşlarıyla buluşup, birbirlerine, Cumalı’nın şiirlerini okurlarmış. Bugün de Ege’de durmadan esen imbatın getirdiği sevgiliyi, gençlik romantizminden hiçbir şey kaybetmeden, efkarlandığında anlatır bana... Ona, ‘’Urla’ya gidiyorum’’ dediğimde de ağzından ilk çıkan, bir dönem Urla’da yaşamış olan şairin bu dizeleri oldu. Annemse, ‘’Biliyor musun, büyükannenin babası Urlalı’ydı’’ deyip otuz küsur yıl sonra, hayatımda hiç duymadığım isimlerin bizimle olan akrabalık ilişkilerini ve Urla’da ne iş yapmış olduklarını ardarda sıralamaya başladı. Birileri bir yerlere bağlanıyor... Kimisi bir yerde doğuyor ama gitmek zorunda kalıyor, kimisi de sonradan gelip terk edemiyordu... Urla da, böyle hikayelerle doluydu.VOURLA, UĞUROLA ULİCE, URLAİskele Mahallesi’nde, yarım asırlık Yusuf Daldal’ın balıkçı kahvesine girdiğimde, balıkçılar çoktan ağlarını onarmaya gitmişlerdi. İskelenin en nostaljik ve gösterişli birkaç binasından biri burası. 80 yaşındaki kahveci İbrahim Daldal, babadan kalma balıkçı kahvesinin yüksek pencerelerinden birinin önüne oturup gazete okuyor. Sessiz kalmak istiyor. Kahvede, pencerenin kenarında bir camgüzeli var ki neredeyse bütün kahveyi saracak...Adının kökeni üzerine, Urla kadar çok rivayete sahip bir yer daha var mıdır, acaba? Bir rivayete göre, adını bölgede ‘’Vourla’’ olarak anılan sazlıklardan alıyor. Vourla, antik çağdan beri, kargı, kamış gibi kendiliğinden yetişen ve eskiden burada
balık tutmak için kullanılan bitkilere verilen ad. Bir diğer rivayet de Osmanlı Padişahı Mehmet Çelebi’nin komutanlarından İbrahim Bey sefere çıkarken, ‘’Uğurola’’ diyerek uğurlandığı ve başarılı geçen seferin ardından da ‘’Komutanım uğurlu geldi’’ denilmesinden türediği. Evliya Çelebi’ye göreyse, şehrin Kıdefa Kralı’nın kızı Ulice tarafından kurulduğu ve şehre ‘’Urli’’ adının verildiği. Urla adı, çoğu zaman Karantina Adası’yla birlikte anılır. Burası, Urla’nın gizemli yerlerinden biri. Büyük İskender’in yaptırdığı ve bugün denizin içinde kalıntıları görülen antik yolun yanından ilerleyerek, adaya gidiyorum. Osmanlılar’ın Fransızlar’a inşa ettirdiği karantina binası, kocaman bir tarih. Burası, ticaret yapmak için denize açılan ya da hacdan dönen gemilerin ve yolcuların, uzun serüvenlerinin son durağı. Bugün, kapısındaki kilit ve kırık camlarıyla, binanın eski öneminden hiçbir iz yok. O günlerde, salgın hastalıklardan korunmak için, burada bir dizi önlemler alınır, gemiler açıkta demirler, yolcular, ilaçlı suda yıkanarak, bütün mikroplardan arınırlarmış. Eşyalar ve kıyafetlerse, 110 derecede buhar kazanlarına atılırmış. Binanın içinde bugün, duş yerleri, buhar kazanları, dolaplar, takunyalar, peştamaller duruyor. Ne var ki burası hálá bir müze değil. Görevlide anahtar var ancak açmaya yetkisi yok. Oysa New York’ta gezdiğim karantina adasını hatırlıyorum. Rehberli turlar yapılıyor, karantinanın tarihi ve o günler, sergilenen eski fotoğraflarla canlandırılıyordu. Akın akın turist geliyordu. Urla’daki karantinanın, daha fazla unutulmadan turizme açılması gerektiği çok açık.Bir bakışta, Urla’da geçmişe dair çok az iz kaldığını görebiliyorum. Bugünkü Urla Belediyesi’nin yanındaki harap bina, 1922 yılına kadar ‘’Eskinaziler’in evi’’ olarak biliniyordu. Sonra, 1924’te Hükümet Konağı oldu. Eskinaziler, Urla’da bağları olan ve üzüm ticareti yapan Yahudi bir aileydi. A. Nedim Atilla ve Nezih Öztüre’nin ‘’Vourla- Urla’da Zamana Tanıklık’’ adlı kitabında, Eskinazi ailesinden Salvatore Eskinazi, bu bina hakkında şunları anlatıyor: ’’Herkes bu binanın Eskinaziler’in evi olduğunu bilirdi. Hatta Rumlar bu ev yapılırken, ‘Eskinaziler bu evi yapıyorlar ama bu ev yapıldıktan sonra iflas edecekler’ dediler. O kadar büyük bir binaydı çünkü. Dedem, iki
kova altın lira aldı, onları eritti. Onlara inat olsun diye. ‘Eskinaziler batmaz’ demiş. Benim büyük dedem hükümete ve fakirlere çok yardım eden bir insandı. O kadar ki Abdülhamid dedemi İstanbul’a çağırıp madalya verdi.’’ Geçmişe direnen bir başka yapı da Urla’da doğan, Nobel edebiyat ödülü sahibi Yunanlı şair Yorgo Seferis’in günlüğünde bahsettiği, İskele Mahallesi’ndeki Batis’in Kahvesi var. Dökük ama hálá İskele’nin en çarpıcı yapılarından biri. Necati Cumalı’nın ‘’Ah Urla, viran Urla’’ dediği, 1922 mübadelesinden önceki Urla’yı kimse bulmayı beklemiyor artık. Uzun yıllardan sonra, Urla İskelesi’ndeki evini görmeye gelen Yorgo Seferis, bu hüzünlü deneyimini şöyle anlatıyor: ‘’Nasıl ki/ Kalkar, doğup büyüdüğün şehre/ Gidersin bir gece/ Ve bakarsın, temelinden yıkılıp yeniden kurulmuş o şehir/ Ve yakalamaya çalışırsın geçen yılları/ Onları yeniden bulmanın umudu içinde.’’ Bugün, Seferis’in restore edilen evi, Yorgo Seferis Residence adlı bir butik otel. Otele, otobüsler dolusu Yunanlı turist geliyor ve anı defterine duygularını yazıyorlar. Evin sahibi Muzaffer Sümer, otele şairin özel eşyalarını koymak istemiş ancak bunlara ulaşamamış. Buraya gelen bazı ziyaretçiler, şairin kitaplarını ve fotoğraflarını göndermişler. Bugün, 1922’de Urla’dan Yunanistan’a göç edenlerin torunları, yılın birkaç haftasını, ‘’Vourla Kamena’’ yani Yanmış Urla adını verdikleri bir tatil merkezinde geçiriyorlar. Urla adını taşıyan bir başka yer de Girit Adası’nda; ‘’Nea Klazomenai.’’EN BÜYÜK BİNASI TİYATRO OLAN KÖYUrla’ya bağlı Bademler Köyü’nün ilginç bir özelliği var. Kültürlü bir köy. Bir tiyatrosu var. Üstelik tiyatrosu, köyün en büyük binası. Burası, Türkiye’nin, bir tiyatroya sahip olan ilk köyü. 1969’da yapılmış. Daha önceleri oyunlar, ilkokulun salonunda oynanırmış. Oyuncular, tarımla geçinen köylüler, köyün çocukları, gençleri ve yaşlıları... Bademler, bir Alevi köyü. 10 yıl öncesine kadar tütüncülükle geçinen köylüler, bugün daha çok seracılık yapıyorlar. Muhtar Hasan Acet’le birlikte tiyatroya gitmeden önce köy kahvesinde konuşuyoruz. Oyunlar, sonbahar ve kış aylarında oynanıyor. Önce köy hoparlörlerinden yeni bir oyun sahneye konulacağı ve gönüllü olanların katılabileceği anonsu yapılıyor. Oyun için kostümlerini herkes kendi buluyor. Bulunamayan kostümler için, İzmir Devlet Tiyatrosu’na başvuruluyor. Bu köy, aynı zamanda, 1964 Berlin
Film Festivali’nde Altın Ayı ödülünü kazanan ve Necati Cumalı’nın aynı adlı eserinden uyarlanan, Metin Erksan’ın filmi, ‘’Susuz Yaz’’ın çekildiÄŸi köy. Tiyatronun duvarında, filmin çekimlerine ait fotoÄŸraflar var. Oyunların birinci günü, köy halkına ücretsiz. Daha sonra, Bademler Tiyatrosu, KuÅŸadası, Narlıdere ve Güzelbahçe gibi civardaki yerlere turneye çıkıyor. Tiyatroda sahnelenen bir oyun sırasında, sıcaktan bunalan Ä°zmir Valisi, buraya klima bağışlamış. Oyuncular, kostümlerini tuvaletlerde deÄŸiÅŸtirmek zorunda kaldıklarından, bir kulis binasının inÅŸasına baÅŸlanmış ancak tamamlamak için destek arıyorlar. Bademler Köyü’nün ünlü olması için bir neden daha var; burada doÄŸan Arkeolog Musa Baran. Baran, Halikarnas Balıkçısı, Sabahattin EyüboÄŸlu, Azra Erhat, Mehmet BaÅŸaran ve Vedat Günyol gibi aydın dostlarına, köyünü tanıtmıştı. ÇocukluÄŸunda, bir yandan çobanlık yaparken bir yandan okumuÅŸ, yıllar sonra köydeki dededen kalma evi, bir Oyuncak Müzesi haline getirmiÅŸti. Baran, geçtiÄŸimiz yıl ölünceye dek, bu müzeye yeni oyuncaklar ekledi. Her ÅŸey deÄŸiÅŸiyor, ÅŸu imbat hariç...Babam, bugün hálá, zaman zaman kulağıma fısıldar: ‘’İmbatla gelen/ Yüzünü görmesem/ Sesini duymasam/ Ya ölürsem...’’ 20’li yaÅŸlarında, arkadaÅŸlarıyla buluÅŸup, birbirlerine Cumalı’nın ÅŸiirlerini okurlarmış. Bugün de Ege’de durmadan esen imbatın getirdiÄŸi sevgiliyi, gençlik romantizminden hiçbir ÅŸey kaybetmeden, efkarlandığında anlatır bana. Ona, ‘’Urla’ya gidiyorum’’ dediÄŸimde de aÄŸzından ilk çıkan, ÅŸairin bu dizeleri oldu.BEN OLSAYDIM BUNLARI YAPARDIMUrla Ä°skelesi’nde oturup, Necati Cumalı ve Yorgo Seferis okumak Musa Baran’ın, Bademler Köyü’ndeki Oyuncak Müzesi’ni gezmekYusuf Daldal’ın kahvesinde, balıkçılarla çay içmekMalgaca Pazarı’nda dolaÅŸmakUrla Ä°skelesi’ndeki balık mezatını izlemekÂ
button