Her sabah yeniden doğan gazetecinin romanı

Güncelleme Tarihi:

Her sabah yeniden doğan gazetecinin romanı
Oluşturulma Tarihi: Mayıs 09, 2010 00:00

Benim bu mesleği seçmemde Uğur Dündar’ın büyük katkısı olmuştur. Ben onu ta tek kanallı televizyon döneminden beri takip ediyor ve dokunduğu her şeyi değiştirip güzelleştiren gazetecilik başarısını gıptayla izliyorum... Uğur Dündar’ı hepiniz tanıyorsunuz değil mi? Hayır efendim tanımıyorsunuz. Ben de Nedim Şener’in kaleme aldığı “İşte Hayatım” kitabını okuyana kadar tanıdığımı sanıyordum.

Bildiklerim meğer çok yetersiz, çok eksikmiş. Bu kitapta haylaz bir çocuk olan Uğur Dündar’ı tanıdım, onu yetiştiren annesini, çelik gibi kararlı ve dürüst bir polis olan babasının ne çileler çektiğini gördüm. Kendi hakkında yazılmış idam fermanlarını bile bile yoluna devam eden gazetecinin romanını okudum. “İşte Hayatım” idealleri olan her insanın okuması gereken çok özel bir kitap...

Bu kitabın ortaya çıkış nedeni neydi?
Kitabı yazmaktaki ilk amacımız, en başta internetteki kaynaklara girdiğimizde başta doğum tarihim ve doğum yerim olmak üzere verilen bilgilerin genellikle yanlış olduğunu görmüş olmamız. İkincisi ise, çocuklarıma neyi miras bırakacağım diye düşündüm. Bu mirasın başında 2 Mart 1996 tarihli Hürriyet’te dokuz sütuna manşet olan “Bravo gazeteci” başlıklı haber geliyordu. Bu manşetin atılmasını sağlayan olay, Emlak Bankası’nın kasalarının Engin Civan tarafından boşaltılmasıyla ilgiliydi.Civan yurtdışına kaçmıştı. Peşini bırakmadık. Ekibim Selim Edes isimli işadamının Civan’ın hesabına yatırdığı rüşveti belgesiyle ortaya çıkarmıştı. İşte bu haber benim çocuklarıma miras olarak bırakabileceğim mücevherlerden biriydi. Bunları anlatmak istedim.

Babanız 27 Mayıs 1960 İhtilali’nden önce öğrencilere ateş açılması yönünde verilen emre de itaat etmemiş.
Evet, o dönemde İstanbul Üniversitesi öğrencileri siyasi iktidara karşı protesto gösterileri yapmaya başlamıştı. 28 Nisan 1960’ta üniversitenin bahçesinde toplanan öğrencileri bastırmak için devrin polis şefi Zeki Şahin’in emriyle üniversiteye girmişti. Fakat Rektör Ordinaryüs Prof. Dr. Sıddık Sami Onar, polislerin önünde durup yaptıklarının yasal olmadığını ve üniversiteye giremeyeceklerini söylemişti. Zeki Şahin, elindeki telsizle bu dünya çapındaki bilim insanının kafasına vurup yere devirmiş, baş komiserlere dönerek silahlarını çıkarıp öğrencilere ateş açmalarını emretmişti. Babam, silahını çıkarmamış ve “Ben kanunsuz emri yerine getirecek bir amir değilim” diyerek itiraz etmişti. Babamdan bana miras olarak mal mülk ya da para kalmadı ama küçük bir sandık kaldı. Vefatından sonra bu sandığı açtığımda gözlerime inanamadım. Sandığın içi tıka basa takdirnamelerle doluydu. Babam adalet duygusu gelişmiş, haksızlıklara karşı savaşan, hukukun üstünlüğüne inanan bir emniyet mensubuydu. İşte bu sandıkta canını ve malını koruduğu insanların teşekkürleri vardı. Bir insanın onur sicili olarak kabul edebileceğimiz belgelerdi bunlar.

Babanız Türkiye’nin Türkiye’nin ilk sertifikalı dedektiflerinden biriymiş.
Evet, emniyete girdiğinde Türkiye’ye efsanevi İngiliz polis teşkilatı Scotland Yard’dan öğretmenler gelmiş ve Emniyet Genel Müdürlüğü bünyesinde ilk kez dedektiflik kursu vermişler. Babam bu kursu başarıyla tamamlamış. Mesleğinde çok başarılı bir insan ve dürüstlük timsaliydi. Çok sıkıntılar çekti ama bizi namerde muhtaç etmedi. Yaşadığımız zorlukları Nedim kitapta çok güzel anlatmış.

Meslek hayatınız boyunca bir yığın engellerle ve tuzaklarla karşılaştınız değil mi?
Gazeteciliği seçen yeni kuşağa da söyleyeceklerim vardı. Bu ülke maalesef gençlerine parlak bir gelecek vaat edemiyor. Özellikle bu mesleğe giren genç insanlar ta yolun başındayken tuzaklarla, engellerle, sansürler, baskılar, tehdit ve şantajlarla karşılaşacaklarını bilmeliler. Bu kitapta, eğer tuzaklara düşmezlerse, baskılara ve tehditlere boyun eğmezlerse, kalemlerini satmazlarsa başarının onları hemen yanı başlarında beklediğini anlatmak istedim. Çocukluğumda, bir gün gelip bu ülkede halkın en güvendiği medya mensubu olacağımı elbette ki bilemezdim. Ama geleceğe temiz adımlarla ilerlemem gerektiğini çok iyi biliyordum.

Nasıl bir çocukluktu sizinki, nerelerde yaşayıp hangi koşullarda büyüdünüz?
Ben İstanbul tarihi yarımadasının içinde, genellikle orta halli insanların yaşadığı semtlerde büyüdüm. O semtlerde arkadaşlığın, cebindeki parayı paylaşmamın, hak yememenin, daha doğrusu yetim hakkına el uzatmanın en büyük suç ve günah olarak kabul edildiği yerlerde büyüdüm. Bakın bugün arkadaşımın biri bana bir faks çekmiş. Aynen okuyorum size:
/images/100/0x0/55ea2df0f018fbb8f86fed42

Unutmuş olabilirsin ama 1978’de efsane Yakar Kaptan’ı çekmek için Bozcaada’ya gitmiştik. Çanakkale Belediye Başkanı yanımıza basın danışmanı da vermişti. Danışman, adayı kalkındırmak için Ayazma sahilinde bulunan ve yaklaşık bin metre uzunluğunda olan bir araziyi Uğur Dündar’a verirsek orada bir kooperatif kurar ve varlıklı kesimi adaya çeker diye düşünmüş. Sana, kurulacak olan bu kooperatife, söz konusu arazinin metrekaresi bir kuruşa tahsis edilebileceğini söyledi. Ama Uğur Dündar’ın bu teklife hışımla karşı çıktığını ve ‘bunu duymamış olayım’ dediğini çok iyi hatırlıyorum...”

Siz hiç birlikte çalıştığınız insanlara ihanet etmediniz...
Bakın biraz önce tesadüfen gelen bir fakstı bu. Böyle o kadar çok tekliflerle karşılaştık ki şaşırırsınız. Ama biz hak etmediğimiz tek bir lokmayı bile yememeyi öğrenmiştik büyüklerimizden. Ayrıca, başka bir gruba geçtiğim dönemlerde, bir zamanlar beraber çalıştığım, ekmeklerini yediğim hiç kimseye haksızlık yapmayı doğru bulmuyorum. Biliyorsunuz ki bazı gazeteciler başka bir gruba transfer olduklarında eski çalıştıkları patronlar aleyhine olmadık sözlerle saldırılarda bulunuyorlar. Yeni patronunun isteği doğrultusunda eskisine saldırıyor, tetikçilik yapıyor, iftiralar atıyorlar.

TRT’de İsmail Cem döneminden övgüyle bahsediyorsunuz.
Evet, İsmail Cem dönemi adeta bir Rönesans’tı. Türk edebiyatının klasikleri diziler halinde televizyona uyarlandı. Türk sinemasının Metin Erksan, Ömer Lütfü Akad, Halid Refiğ, Fevzi Tuna, Atıf Yılmaz gibi değerli yönetmenleri o dönemde bu klasikleri ekrana taşıdılar. Bir Aşk-ı Memnu şaheseri arşivlere girdi. Sabahlara kadar süren tartışmalarda her görüşten insana söz hakkı verildi. Ayrıca ilk canlı mevlit programı da Cem Bey döneminde başladı. “Bu kültürün vazgeçilmez, seçkin bir öğesidir mevlit ve biz de bunun en iyisini yapmalıyız” demişti İsmail Cem. Gerçekten de çok başarılı oldu.

‘Abdi İpekçi beni elinden kaçırdı’

Kemal Sunal ve Müjdat Gezen Vefa Lisesi’nden okul arkadaşınız, Haluk Şahin asker arkadaşınız, Yılmaz Özdil eski dostunuz. Sizin dostluklarınız pazara kadar değil mezara kadar sürüyor.

Rahmetli Kemal Sunal’la ölene kadar dost kaldık. Müjdat ve Haluk Şahin muhteşem adamlar. Yılmaz Özdil benim kardeşim gibidir. Her şeyimi ona emanet ederim. Çok iyi bir gazeteci, mükemmel bir dost ve olağanüstü bir mesai arkadaşıdır. Biz kadir kıymet bilmeyi öğrenerek büyüdük. Dostlarımızı da öyle insanlardan seçtik. Bunda okulumuzun da etkisi çok büyüktü. Bir gün Abdi Bey, “Eğer bu sınıftan üç gazeteci çıkacaksa bunlardan biri de sen olacaksın” dedi. 24 ay yedek subaylık yaptıktan hemen sonra Abdi Bey’in kapısını çalıp iş istedim. O da bana kadrolarının şişkin olduğunu belirtip istersem stajyer olarak magazin muhabirliği yapabileceğimi söyleyince hayal kırıklığına uğradım. Radyo sınavlarını kazanarak TRT’ye girdim. Bir müddet sonra televizyon kurma kararı alındı. BBC’den hocalar gelerek Londra’da verilecek televizyonculuk kursu için gönüllü olanları seçtiler. Ben de televizyon nedir bilmeden elimi kaldırdım ve Londra’ya gidip bu kursa katıldım. Abdi Bey yıllar sonra, “Seni elimizden kaçırmışız” diye kendine serzenişte bulundu. Bundan sonrası kitapta...

Nedim Şener
Uğur Dündar’ın da bir zamanlar çocuk olduğunu görünce şaşırdım

“İşte Hayatım” bir hafıza tazeleme ve bir vefa kitabı gibi yazılmış. Sizin diğer kitaplarınızdan farklı.
Ben hep olumsuzluklara ışık tuttum. Bir tek Uğur Dündar kitabı olumlu örnek. Ben tıpkı senin gibi Uğur Dündar’ın duruşundan yola çıkarak bu mesleği seçmiş gazetecilerden biriyim. Son 40 yıl içinde Soğukoluk, hortumcular, Emlak Bankası soygunu, Civangeyt Skandalı, Çeçen Olayı gibi ülke tarihinde iz bırakan, bizim ve ülkenin tarihinde yaşanan kimi önemli olayları aydınlığa çıkaran isim Uğur Dündar’dı. Ben zaten Uğur Bey’in yakınında yer alan bir insan olarak bunları biliyordum ama kimseler de bunu unutmasın istedim.

Bu kitabı uzun bir zaman diliminde yazdınız. Dündar’la bu süreçte yaptığınız konuşmalar sırasında sizi en çok ne şaşırttı?
Vallahi ben en çok Uğur Bey’in çocukluk fotoğraflarını görünce şaşırdım. Çünkü biz bu dünyaya gözlerimizi açtığımızda televizyonda onu görmüştük. Sonra büyümeye başladığımızda gazetelerin manşetlerinde ve ekranlardaydı yine. Yani benim hafızamda Uğur Bey sanki doğuştan böyle biriymiş gibi duruyordu. O fotoğrafları görünce, aaa vay be o da bizim gibi bir zamanlar çocukmuş diye şaşırdım. Kitabı okuyanlar da benzer duyguları yaşamışlar zaten. Bu da beni mutlu etti. Benim için Uğur Dündar Köroğlu gibi bir kahramandır. Onun hayatını bir biyografi gibi yazamazsınız. Bu nedenle ben bu kitabı bir roman gibi kurgulamaya gayret ettim. Uğur Bey’e de bu yakışırdı zaten. Hayatı bir roman gibi ama olup bitenlerin hepsi gerçek. Mesela Kurtlar Vadisi’ni yazanların hayal bile edemeyeceği bölümler var bu kitabın içinde ama bu kahraman yazılanların tümünü yaşamış ve her sabah yeni bir güne uyanırken aynı direnç ve kararlılıkla yaşamayı sürdürüyor. Her gün yeni bir sayfa açarak kendi muazzam romanına devam ediyor.

Bir roman ya da uzun bir hikaye gibi kurgulamışsınız kitabı. Neden böyle yapmayı seçtiniz?
Uğur Bey’le yaptığımız konuşmaların birinde şöyle bir geceden bahsetmişti bana: 1979’da bir canlı yayın sırasında gecenin saat üçünde yayına ara verildiğinde Ortaköy’deki TRT binasının balkonuna çıkıp etrafa bakmış. Bütün evlerin lambaları hâlâ yanıyor ve siyah beyaz televizyonun ışıkları salonların duvarlarında dalgalanıyormuş. Derin bir nefes almış ve Tanrı’ya şükrederek yoluna devam etmesi için güç vermesini istemiş... İşte bu gördüğünüz insan sizce de olağandışı bir roman kahramanı değil midir? Örneğin, kuş gribi günlerinde tavukçulukla ilgili bir reklam filmi çekilecek. Uğur Bey’e gelip filmde oynamasını istiyorlar ve büyük bir ücret ödeyeceklerini söylüyorlar. Uğur Dündar, “hayır” diyor, “ben bundan para almam çünkü bu bir memleket meselesi.”
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!