Hayatımız tatlı bir kavgayla geçiyor

Güncelleme Tarihi:

Hayatımız tatlı bir kavgayla geçiyor
Oluşturulma Tarihi: Haziran 14, 2008 00:00

Mert Alaş (38) için kısa ve öz olarak, hiçbir şeyin tesadüf olmadığının kanıtı diyebilirim. Londra’ya gitmeseydi, Marcus Piggott’la tanışmasaydı da, o yine dünyanın en önemli moda fotoğrafçılarından biri olurdu. Eğer eline hiç fotoğraf makinesi almasaydı eminim başka bir şey yapar yine ünlü olurdu. Çünkü o büyüyünce önemli biri olmak isteyen bir çocuktu.

1994’te Londra’ya gitti ve ortağı Marcus Piggott (37) ile birlikte kısa sürede moda dünyasının en etkili isimleri arasına girdi. Kate Moss’tan Madonna’ya, Björk’ten David Beckham’a kadar fotoğrafını çekmediği ünlü kalmadı. Çalıştıkları markaları, fotoğraf çektikleri moda dergilerini tek tek saymaya gerek yok. Kısaca hepsi diyebiliriz. Şimdi Mert ve Marcus ikilisi, sergi açmak üzere İstanbul’da. Beymen sponsorluğundaki sergi, 17 Haziran -19 Temmuz arasında Galerist’te. Gitmezseniz çok şey kaybedersiniz.

Çello ve piyano eğitimi alan bir insan neden fotoğrafçı olur? Hangisi tesadüftü, Ankara Devlet Konservatuvarı’na girmeniz mi, fotoğrafçı olmanız mı?

- Aslında ikisi de tesadüf.

Sizi Londra’ya götüren neydi?

- Hem tatil hem de lisan için gittim. Birtakım sanatçılarla tanışıp sanat çevrelerine girince orada kalakaldım. İlk tanıştığım insanlardan biri Alexander McQueen’di. Hadi gel benimle çalış, dedi. Kısa bir süre onun asistanlığını yaptım. Sonra da Marcus’la tanıştık.

Bir tanışma hikayeniz var mı?

- Bir gece kulübündeydik. Yanıma geldi ve "Ateşin var mı" diye sordu. Sonra konuşmaya başladık. Etrafımızda birçok ortak arkadaşımız vardı. Uzun uzun sanattan ve fotoğrafçılıktan konuştuk. Çok iyi anlaştık.

Onunla tanışmadan önce elinize hiç fotoğraf makinesi almış mıydınız?

- Hayır.

O zaman Marcus Piggott ile tanışmanız hayatınızda bir dönüm noktası diyebilir miyiz?

- Evet diyebiliriz.

1994’den beri birlikte iş yapıyorsunuz? Uzun bir süre... Bunca yıl uyum içinde çalışmanın sırrı nedir?

-
Marcus en iyi arkadaşım. En iyi eleştirmenim. Aslında benzer hiçbir yanımız yok. Çok farklıyız. O benim negatifim, ben onun pozitifiyim. Ben çok dağınığımdır, o çok düzenli. Birbirimizi tamamlıyoruz. Her şeyi en ince detayına kadar sorup, sorgulayıp tartarız. Aynı fotoğraf makinesini paylaşıyoruz. O çekerken ben uzaktan bakar, farklı bir detay yakalarım. Hemen makineyi elime alıp çekerim. Ben çekerken de o aynını yapar. Belki de bu yüzden pürüzsüz ve eksiksiz sonuçlar alabiliyoruz. İki farklı beyin olduğumuz için çalışırken eksik kalan bir taraf bırakmıyoruz. Çekim bittiğinde her şey düşünülmüş olur. Önceden düşünmeden ve koreografi yapmadan çalışıyoruz.

Hiç mi kavga etmiyorsunuz?

- Deli misin, hayatımız kavgayla geçiyor. Ama tatlı bir kavga. Bu bizim kurduğumuz bir düzen. Hem işliyor hem bize zevk veriyor. Kavga dediysem birbirimize tabak çanak fırlatmıyoruz. Kavga dediğim şey, tamamen bir sorgulamadan ibaret. Hayır böyle olmalı, yok hayır, böyle olmalı kavgası.

Peki nerede duruyor, nerede kabulleniyorsunuz? Biri diğerinin dediğine tamam derken egosunu nasıl kontrol edebiliyor?

-
Çünkü ikimiz de çok realistiz. Biri gerçeği konuşuyorsa diğeri susmak zorunda kalıyor. Bizim aramızda ego değil gerçek önemli. Gerçeği ortaya ilk koyan kazanıyor. Eğer ikimizin de egoları ortada dans ediyor olsaydı kan çıkardı.

The Times gazetesi sizi İngiliz moda dünyasının en etkili 25 kişisi arasına koydu. Bu tarihten sonra yıldızlaştınız diyebilir miyiz?

- Yok daha öncesi var. Biz bu işe, çok yakın bir iki kız arkadaşımızın nü fotoğraflarını çekerek başladık. Hiç unutmuyorum, birinin adı Lula’ydı. Gece yarısı telefon açıp "Lula atla taksiye gel. Taksinin parasını biz vereceğiz. Aklımıza süper bir fikir geldi" derdik. Ama bunu haftada iki üç kere yapardık. Lula gelirdi ve sabahlara kadar fotoğraf çekerdik. Dandik, derme çatma, ucuz ışıklarla çalışırdık. O yıllarda tek amaç içimizdeki sanat açlığını gidermekti. Ünlü olmanın peşinde falan değildik.

Nasıl keşfedildiniz peki?

- O da tesadüf. Marcus’un bir arkadaşı ünlü bir derginin moda editörüydü. Bir gün elimizde çektiğimiz fotoğrafların ufak polaroidini gördü. Bunları bana versenize dedi. Verdik ve ertesi ay dergide yayınladı. İnanamadık. Bir sonraki ay, bir sanat dergisi arayıp bize de o dergideki gibi bir çekim yapar mısınız, dedi.

Nasıl bir çekimdi o?

- Björk’le çalışan bir şarkı sözü yazarının portresini çekmiştik. Kız çekim için bizim eve geldi. Fazla güzel bir kız değildi. Bizim fırının camını çıkardık, kızın önüne koyduk. Cama su damlaları serptik. Yani aslında kızın çirkinliğini fırın kapağı ile kapatmıştık. Fotoğraf oydu. New York’taki sanat dergisine de benzer bir fotoğraf çektik. Sonra zaten dönemin en ünlü üç fotoğraf menajeri arka arkaya bizi aradı. Hepsi de bizimle çalışın, başkasıyla görüşmeyin, dedi. Biz üçüyle de görüştük. Londra’dakini seçtik. Hálá da görüşüyoruz.

Birlikte çalıştığınız ilk ünlü kimdi?

- Björk. Kendisi buldu bizi. Karanlıkta Dans filminin basın fotoğraflarını çekmemizi istedi. Film karanlıkta yaşayan ama hayatı hayal kurmakla geçen küçük bir kızın hikayesiydi. Biz de yarısı suya gömülü bir oda kurduk. Björk’ü yarı yarıya suya soktuk. Hayatının yarısı suya batmak üzere ama o suyun üstünde hálá mutlu bir şekilde görüntüledik.

Doğaçlama çekiyorsunuz. Her çekimde fırın kapağı gibi yaratıcı çözümler bulamayabilirsiniz. Bu sizi hiç korkutmuyor mu?

-
Korkutmaz olur mu? Her çekimde aynı korkuyu tekrar tekrar yaşıyoruz. Fotoğraf önümüzde poz veren kişiyle çok ilgili. Benim o günkü kafa durumum, Marcus’un kafa durumu ve o kişinin kafa durumu ile alakalı. Hayat, parçaları birleştirmekten ibaret. Benim ilham kaynağım hayatım. Geçmişim, geleceğim, umutlarım, kızgınlıklarım...

İSTANBUL’DAN EV ALACAĞIM

Çok genç yaşta, çok büyük bir sorumluluğun altına girdim. Bu sorumluluğun karşılığında ülkemden, arkadaşlarımdan, sinemaya gitmekten vazgeçtim. Meslek hayatım boyunca Türk olmak hep avantajdı. Fotoğraflarımdaki gizemi böyle açıklıyordum. Sezen Aksu dinlemeyi hiç bırakmadım. En sevdiğim şarkısı Keskin Bıçak. Hatta Marcus’u da onun fanatiği yaptım. İnşallah önü müzdeki günlerde onunla tanışacağız. Ben Londra’ya gidince Avrupalı olmadım yani. Buraya gelince İstanbul’u ne kadar özlediğimi bir kez daha anladım. İstanbul’da korkunç güzel bir elektrik var. Kesinlikle Avrupa’dan daha iyi bir elektrik bu. Çocukluğumu bilen dostlarla karşılaşınca en çok onları özlediğimi anladım. Ve tüm bunların sonucunda bir karar verdim: Buradan ev alacağım. Dönüyorum.

YAZIN İKİ AY FİŞİ ÇEKİYORUM

İbiza’da bir evim var. Beş yıldır temmuzun sonunda gidiyorum, eylülün sonuna kadar İbiza’dayım. Dört tane köpeğim, harika bir bahçem var. Vaktimin çoğunu bahçıvanlık yaparak geçiriyorum. İki ayımı sadece çapa yaparak geçirmek işime olan aşkımı diri tutuyor. Orada moda dergilerine bakmıyorum, internete girmiyorum. Fişi çekiyorum. Tamamen Robinson Crusoe hayatı. Nasıl ayılar kış uykusuna yatar, benimki de yaz uykusu. Marcus da geliyor. Hatta annelerimiz de geliyor. Bize yemekler yapıyorlar. En sevdiğim yemek mantı. Annem ne zaman beni ziyarete gelse, bir hafta önceden mantı açmaya başlar. Onları küçük küçük fırınlar, paketler, torba torba İbiza’ya ya da İngiltere’ye taşır.

SERGİ İÇİN EN ÜNLÜLER GELECEK

Sergi için fotoğraf seçerken bize en yakın kareleri seçtik. Galerist’teki sergide 54 fotoğraf olacak. İsmi "Bilinçaltı Masalları." Sürrealist bir sergi. Korkunç güzel bir kız ve protezli bacakları var mesela. Serginin ikinci bölümünü portrelere ayırdık. Marc Jacobs, Kate Moss, Gisele Bündchen, Björk gibi birçok ünlü isim var. Onları en özel anlarında görüntüledik. Saçları, makyajları yokken. Hatta birçoğu çıplak. Mesela Marc Jacobs’ın çıplak bedenini halatlara sardık. Üzerindeki sorumlulukları ve daralmasını anlatmak için... Kate Moss İstanbul’da sergi açacağımızı duyar duymaz "Ben de gelebilir miyim" dedi. Zaten birçok arkadaşımız İstanbul’u çok merak ediyor. Kafalarında hayal alemi var. Hálá Fatih Sultan Mehmet haremde oturuyor zannediyorlar. 17 Haziran’da Beymen’in düzenlediği partiye Lara Stone ve Fransız Vogue dergisinin Genel Yayın Yönetmeni Carine Roitfeld’in aralarında bulunduğu çok sayıda ünlü model ve sürpriz davetli katılacak. Bu serginin İstanbul’da açılmasına ne kadar seviniyorsam, arkadaşlarımın Türkiye’yi görecek olmasına da aynı oranda seviniyorum.

PHOTOSHOP BİZİM FIRÇAMIZ

Photoshop bizim için ressamın fırçasına eşdeğer. Ressam nasıl bir yıl önce yaptığı bir resmin gözündeki bakışı fırçasıyla değiştirebiliyorsa biz de photoshop sayesinde vermek istediğimiz duyguyu veriyoruz. Yoksa göz altını temizlemeyi, beli inceltip dudakları parlatmayı köşedeki Foto Ali Amca’da yapıyor artık. Onu yapabilmenin sanatla bir ilgisi yok.

KARŞIMDAKİ KİŞİYİ ARZULAMIYORUM Kİ MÜSTEHCEN OLSUN

Çektiğimiz nü fotoğraflara müstehcen diyenlere katılmıyorum. Çekerken karşımdaki kişiyi arzulamıyorum ki müstehcen olsun. Bizim fotoğraflarımız daima sınırdadır. Sınır altı ya da sınır üstü değildir. Sınır üstü zevksiz, sınır altı güvenli oluyor. Biz biraz zevksiz, biraz güvenli bir noktada durmasını biliyoruz. Ama o noktayı yakalamak için de çaba harcamıyorum. Bir saatlik çekimden sonra esas fotoğrafı seçmemiz 10 günümüzü alıyor. 100 fotoğrafsa önce dörde indiriyoruz. Dördünü büyük ebatlarda basıp bir hafta yatıp kalkıp onlara bakıyoruz. Ve bir sabah işte bu, diye uyanıyoruz.

KATE MOSS EN İNANILMAZ KADIN

Kate Moss. Yüzüne baktıkça rüya alemine dalıyorum. Ressam olsaydım sürekli onun resimlerini yapardım. Bence o, bu dünyaya sanatçılara ilham vermek için gönderilmiş. Karakteri de harika. Asla ünlü kaprisleri yapmaz. Onun yarısı kadar ünlü olmayan mankenler bile Maria Callas kadar kaprisliyken onun bu kadar normal olması beni büyülüyor. Aynı zamanda çok iyi bir anne. Evine gittiğinde görüyorum. Çocuğunun derslerini kendi çalıştırıyor, barbekü yapmayı falan öğretiyor. Kısaca söyleyeyim, Kate benim tanıdığı en inanılmaz kadındır.
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!