Güncelleme Tarihi:
1987’de “En iyi filmimin hayatım olmasını isterdim” demişsiniz. Aradan geçen bunca seneden sonra, dileğinize eriştiğinizi söyleyebilir misiniz?
- Evet, benim hayatım filmlerimden daha güzel oldu. Bunu söyleyebilirim. Filmlerimin yetersiz olup olmadığı ise, bana ait bir değerlendirme değil. Ama sanki istediğim filmi hâlâ yapamadım. Her seferinde ilk filmimi yapar gibi yola çıkıyorum. Görünmeyen’de farklı bir şey oldu. Sanki son filmimi çeker gibi hissettim. İnanın, neden bilmiyorum. Ama ustalık duygusuyla hiç ilgisi yok. Ben bu duyguyu hiç hissetmedim. Çok profesyonel olanın yerine doğaçlamaları, anın yaşanmışlıklarını tercih ediyorum. Yengeç Oyunu’nda mesela, çekimlerimiz sırasında bir karakolu bastılar. Onlarca insan öldürüldü. Çok acı duydum. Hemen bir sahne tasarladım ve yazıp çektim. Filmin bütünlüğü içinde sırıttı mı, yama gibi mi kaldı; çok umursamıyorum. Sinemada, aynı zamanda yapımcı olmanın getirdiği büyük özgürlüklerim oldu. Bunun, aleyhime işlediği zamanlar da olmadı değil gerçi. Çünkü yapımcı, aynı zamanda sınır koyandır. Aslında diyalog kurabildiğin biri tarafından bir duvarın örülmesi gerekiyor.
Zaten bu özgürlüğe erişmek için yapımcılığa girişmemiş miydiniz?
- Öyleydi. Ama sözünü ettiğim gibi bir yapımcı türü yoktu zaten. Koşullar farklıydı. Yeni yeni özel televizyonlar kuruluyordu. Yeşilçam’ın bütün yapımcıları sinema alanından çekiliyordu. Sinema salonları kapanıyordu. 3000 salon 500’e, sonra 300’e inmişti. Bir projenizi film yapacak hiç kimse yoktu. Sinemaya 1972, yönetmenliğe ise 1980 yılında başladım. Atıf Yılmaz ve Yılmaz Güney’in asistanlığını yapıyor, senaryolar yazıyordum. O yıllar arasında yapımcılar parayı çıkarıp, bize film yap, diye çok tekliflerde bulunuyorlardı. 1982’den sonraysa; film yapmak istiyorsanız, yapımcılığı da üstlenmeliydiniz.
TÜRKAN BANA ÇOK ÇEKTİRDİ
Kitapta, Yılmaz Güney ve Atıf Yılmaz’ın asistanlığını yaptığınız dönemlerden söz ederken, onları eleştirmekten çekinmiyorsunuz. Bu alışkın olmadığımız bir şey doğrusu...
- Onları çok seviyorum. Ama her insan, her usta gibi hepimiz eksiğiz aslında. İnsanın en güzel tarafı da birbirinden eksik ve hatalı oluşudur. Bir film için de aynı şey geçerli... Atıf Ağabey, çok zengin dünyası olan biriydi. Ama Selvi Boylum Al Yazmalım’ı çekerken, starla senarist arasında kaldı tabii. Ama bu o dönemdeki piyasa koşullarının gereğiydi. Türkan, o zamanlar stardı tabii. Hazal filmini yaparken ne çok çektirdi bana! Düşünebiliyor musunuz, yedi kere sete geliyorsunuz söz verdiği rolü bir türlü oynamıyor. Çalıştığımız köy bir dağa yaslanmıştı. Setten kaçıp kaçıp dağa doğru gidiyordu. Orada bir yerde saklanıyor, sonra köy evine dönüyordu. Yedi gün çalışamamıştık. Ama sonra Hazal benim de Türkan’ın da çok sevdiği bir film oldu. 200 film yapmış Türkan’ı ilk defa kendi sesiyle ben konuşturdum o filmde.
Genç sinemacıları uygar gibi görünen insanlara güvenmeden iki kez daha düşünmeleri konusunda uyarıyorsunuz. Kendi aldanışlarınızdan yola çıkıyorsunuz herhalde, değil mi?
- Sinema alanında sizi, kelimenin tam anlamıyla, kandıracak sürprizlerle karşılaşabilirsiniz. Buna hazırlıklı olmanız gerekir. Yaratmak istediğiniz filme herhangi bir kişi veya kurumun katıldığını zannedersiniz ama o sırada sizi aldatmaktadır. Mesela, genç biri evini veya benim gibi buzdolabını satarak, film çeker. Ama maddi çıkarlar üzerinden farklı yönlendirirler sizi. O yüzden birine güvenmeden önce bırakın ikiyi, on kere düşünmek gerekir. Benim başıma çok geldi...
‘Görünmeyen’in senaryosunu 30 yılda tam 17 kez yazmışsınız. Neden bu kadar yıl çekmecede bekledi?
- Doğru, 1971’de yazdım Görünmeyen’i. İlk yazdığım film hikâyesidir. İngilizceye tercüme ettirip Macaristan Kültür Bakanlığı’na göndermiştim. Bela Bartok’la ilgili bir film çekmek istediğimi söyleyip destek beklemiştim. Hiç yanıt gelmedi. Hikâyeyi ilk yazdığımda adı ‘Cebimde Çok Alma Var’dı. Bu kelimeler hem Türkçe hem Macarca’da var. Uzun yıllar Macaristan’da kaldığımız için Macarcaya bizden çok kelime geçmiş. Hatta filmde bir sahnede Bartok’a yine söylettim bu cümleyi… Yüksek bütçeli ve kalabalık bir film bu. 1936 yılından bir hikâyeyi perdeye taşıyor. Teknik kalitesinin çok güçlü olmasını istiyordum. 2010 Ajansı’ndan destek aldık. Ama film yalnızca üç salonda çıkıyor. İmkansızlıklardan ötürü üç kopya basabildik. Bu filmin kaderi de böyle oldu.
Sonra neden adını ‘Görünmeyen’ olarak değiştirdiniz?
- Dört beş yıl önce koydum bu adı. Sonra Paul Auster’ın kitabı çıktı aynı isimle. Allahtan bakanlıkta senaryonun kaydı var... Film, görünenin ardındaki görünmeyeni ele alıyor. Şeffaflık üzerine kurulu bir toplumsal yapımız yok. Hem eğitim, hem devlet hem de aile için aynı şeyi söyleyebiliriz. Çözümsüzlüklerin halının altına süpürüldüğü bir hayat tarzı var bu toplumun. Hep örtülü. Var olan duruma göre şekilleniyor karakterimiz. Halbuki, Shakespeare’in dediği gibi; ya olduğumuz gibi görünmeli ya da göründüğümüz gibi olmalıyız. Bu yüzden sevdim Görünmeyen’i.
BELA BARTOK UDO KİER İLE YENİDEN DOĞDU
Filmde Bela Bartok’u Udo Kier canlandırıyor. Kadroya nasıl dahil oldu?
- Bir yabancı oyuncu üzerinde epey durdum. Birazcık da tanınmış olsun istiyordum. Udo Kier listemde vardı zaten. Benim Bartok’um biraz daha ürkek, içine kapanık, başka bir dünyada yaşayan biriydi. Udo’yla birlikte çekim öncesinde çalışmalar yaptık. Bartok, onun sayesinde, daha hayat dolu, daha dışa dönük birine dönüştü. Bu da benim çok hoşuma gitti. Bir yandan da ‘Melancholia’ filminde Lars von Trier’le çalışıyordu. İki set arasında mekik dokuyup durdu. Udo, insana yeni film yapma heyecanı veren bir adam. Çekimler sırsında tüm oyuncular da ondan çok etkilendi.
Bartok’un hikâyesini perdeye taşıma fikri nasıl doğmuştu?
- Annemin babası, ben beş yaşındayken, kafayı çekip de şenlenince “Bana bak oğlum, ben Bartok’a türkü söylemiş adamım lan” derdi. Ne demek istediğini anlamıyordum ama bunu hiç unutmadım. Sonra bu hikâyenin peşine düştüm. Avrupalı bir sanatçının Anadolu dağlarına gelip, müziğin peşine düşmesi beni çok etkiledi. Bütün dünya kanla savaşa hazırlanırken dağlarda, aşiretlerin arasında gezinerek müzik toplayan bir adam ve önüne konan engeller... Bartok’un böyle bir gezi yaptığı bilinen bir şey. Ama filmdeki diğer olaylar benim kurmacam.
ALİ ÖZGENTÜRK VE SİNEMASI BU KİTAPTA
Adana Büyükşehir Belediyesi 18. Uluslararası Altın Koza Film Festivali kapsamında hazırlanan ve Adana Büyükşehir Belediyesi Kültür Yayınları tarafından yayımlanan ‘Ali Özgentürk’ kitabı, Özgentürk’ün sinemacı kimliğini şekillendiren yaşamından başlayarak; asistanlık, senaristlik ve yönetmenlik serüvenini ele alıyor. Aynı zamanda filmleri konu alan eleştiri yazılarına ve filmografiye de yer veren kitabın editörlüğünü Burçak Evren üstlendi. Keşke redaksiyon hususunda biraz daha özen gösterilseydi, demekten kendimizi alamasak da, ‘Ali Özgentürk’ kitabı oldukça önemli bir kaynak teşkil ediyor. Üstelik yalnız Özgentürk filmleri değil, bir dönem sinemacılık anlayışı için.
AT FİLMİNİ DOĞURAN OLAY
“Karlı bir kış vakti, akşam eve dönerken zabıta memurlarının seyyar arabada kestane satan bir adamın arabasını devirdiğini gördüm. Devrilen arabadan ateş ve kestaneler karın üzerine dökülüyordu. Adam da çocuğuyla birlikte, karın üzerinden ateşi toplayıp tekrar arabasına koyuyordu. Zabıta memurları bir yandan adamı dövüyorlardı ama adam dövülmekle ilgili değildi, kendi kestanelerini ve ateşini toplayıp arabasına koymaya çalışıyordu. Bu beni çok etkiledi. At filminin çıkışı bu resimden kaynaklanmıştır.
At’daki baba ile babamın karakterleri büyük ölçüde örtüşürler. Babam da yoksul bir köylü, bir toprak işçisi olduğu halde, dokuz çocuğunu okutmayı bir tutku derecesinde istiyordu. Çok duygusal ve saf bir biçimde çocuklarını okutmanın her şeyin kurtarıcısı olacağını düşünüyordu.”
ERKEN ÇEKİLMİŞ BİR FİLM ‘SU DA YANAR’
Her filmde olduğu gibi Su da Yanar’da kendimden bir şeyler var.Filmdeki babaanne de benim yaşamımdan gelir. Babaannem benim için küçük bir tanrı gibidir. Yani birçok motif biyografik özellikler taşıyor filmde, onu reddediyor değilim. Fakat bir tür mesafe koyabiliyorum filmle kendi arama. Hatta kendimden söz edilmesini seven bir insan olduğumu sanmıyorum ben. Başkalarından yola çıkarak kendinize varırsınız, bazıları öyledir. Başkalarına gidersiniz kendinize varmak için. Ben de biraz öyleyim. Bu da kendime ulaşmak için başkalarına gitmeye çalıştığım bir film diye değerlendirilebilir. Belki de erken bir film ‘Su da Yanar’. Belki de ben bunu daha geç yaşlarda yapmalıydım. Aslında ‘Su da Yanar’ bir olgunluk filmi, felsefe olarak, yapılış tarzı olarak. Türkiye için de erkendi yapılış yılları. Film çıktığı zaman sinemalarda, nasıl gündemi belirleyen şeyler vardır, işte ‘Su da Yanar’da birinci isimdi gündemdeki. Medyanın gündemindeki birinci maddeydi, yüz binlerce insan sinemalara koşuyordu. Çok iyi bir dağıtımı oldu filmin. Ankara, İzmir ve İstanbul’da 15’er hafta oynadı.
BÜYÜK KENTE GİTME KORKUSU
Ali lisede tek dersten ikmale kalınca “Eylül ayında nasıl olsa bu dersi veririm” düşüncesiyle üniversite sınavlarına girmek için İstanbul’a gitmeye karar verir ve Mas otobüslerine binerek büyük kentin yolunu tutar.
“İçimde büyük kente gitmenin inanılmaz bir korkusu vardı. İstanbul’da tutunamam, büyük kentte yitip giderim diye. Hâlâ, bugün bile herhangi bir yerden İstanbul’a gelsem benzer korkuyu yaşarım. Bu korkuyu 18 yaşımdan beri bir türlü yenemedim. Kendimi anlatamamak, para kazanamamak, büyük kentin yaşam tarzına uyum sağlayamamak, dahası hiç özgür olmayacaksın gibi bir duygu, bu korkuyu besleyen etkenler oldu.”
HEM SENARYO HEM BEBEK BAKIMI
“Bir gün Atıf (Yılmaz) abi beni çağırdı, ‘Türkan (Şoray) bu hikâyeyi çok beğendi, senaryosunu sen yazacaksın’ diye Selvi Boylum Al Yazmalım’ı verdi. Tabii çok heyecanlandım. Senaryo üzerinde çalışmaya başladığım günlerde ilk kızım Dünya doğmuştu.”
Eşi Işıl (Özgentürk)’ın Hürriyet gazetesindeki konumu ve geliri iyi olduğu için senaryo çalışmaları sırasında küçük Dünya’ya bakma görevi de Ali’ye kalır. Ali bir yandan senaryoyu yazarken öbür taraftan da küçük Dünya’nın bakımı ile uğraşır. Kimi zaman onu hava alması için oturdukları evin yakınlarındaki Erenköy Kız Lisesi’nin bahçesine götürür ve ağaçların altında uyumasını sağlar. Küçük Dünya uyurken o da bebek arabasının yanında senaryosunu yazmaya devam eder.