Güncelleme Tarihi:
ANLAMADIĞIN ŞEYLER İÇİN NEDEN GÖZYAŞI DÖKÜYORSUN?
İnandığınız, anladığınız şeylerde varsınız. Bunlarla ilgili gerekenleri yapmışsınız hep hayatınız boyunca. Hatta bunun ilk adımını da beş yaşınızdayken…
Babam, fazla dindar olmamasına rağmen bir turne dönüşü bir Ramazan döneminde, ben beş yaşındayken, bana namaz surelerini öğretmeye çalışırdı. Bana kelimeleri söyler, ben de onları tekrarlamaya çalışırdım. Fakat arada da gözleri dolardı. Bir keresinde ‘Bu söylediklerini anlamıyorum’ dedim. ‘Ne demek anlamıyorum. Bu bizim dinimiz. Öğrenip ezberlemek zorundasın’ dedi. ‘Ama niye Türkçe söylemiyorsun. Sen Arap mısın?’ dedim. ‘Ben Arap değilim. Nerden çıkarıyorsun bunları’ dedi. Peki o zaman neden gözlerin doluyor? Ne diyor bu cümleler?’ dedim. ‘Karıştırma, anlamazsın’ gibi şeyler söyledi. ‘Peki o zaman anlamadığın şeyler için neden gözyaşı döküyorsun?’ dedim. Beni azarladı. Ve ben de ‘Bu surelerin Türkçe’sini söylemiyorsan öğrenmeyeceğim’ demiştim.
Hızla gelişen teknolojiye rağmen tiyatronun insanları etkilediğini görmek güzel. Bu etkiyi ve tiyatronun ölümsüzlüğünü neye bağlıyorsunuz?
Tiyatro elbette ki ölümsüz bir sanat dalı. Bir kere, etli, canlı kanlı, izleyiciyle birebir karşı karşıyasınız. Bir kere her türlü rekabetin her türlü gelişmelerin getirdiği imkanları anlamsız kılıyor.
2010 yılında Adana Devlet Tiyatrosu’nda Kısmet adlı oyunu yazıp yönettiniz. Bir de bundan 40 yıl önce Haldun Taner’in oynamanızı istediği ‘Fosforlu Cevriye’yi 40 yıl sonra 2008 yılında yazıp yönettiniz. Oyun 4 yıldır sahneleniyor. Bu eseri tekrar sizin yazıp yönetmenizin de hikayesi var sanırım.
Evet… Bundan 40 yıl önce ‘Fosforlu Cevriye’ kitabı bana imzalanıp verildiğinde, onu oyun haline getirmek için çok uğraştım. Fakat o zamanlar kimse oyun haline getiremedi. Getirenler de romana sadık kalamadı. Ama ben 40 yıl sonra oturdum, Fosforlu Cevriye’ romanından müzikal yazdım, şarkı sözlerini de yazdım. Atilla Özdemiroğlu’na bestelettim. Çok çok başarılı oldu müzikleriyle de.
1960’lı yıllarda daha cesur ve korkusuzca sahneleniyormuş oyunlar. Şimdi böyle oyunlar sahnelenememesinin temelinde yatanlar neler?
1960’lı yıllarda ülkemizin sorunlarını ele alan, eleştirel oyunlar yazan çok yürekli yazarlarımız, çok yürekli oyuncularımız vardı. Sahnelendi, sahneledik. Oynandı, oynadık. Bugün maalesef böyle oyunlar yazılmıyor, ülkeyi eleştiremiyorlar. Bugün otosansür yaşanıyor. Kendimizi sansürlediğimiz konular var. E, hal böyle olduğundan yazarlar böyle oyunlar yazmıyorlar, ülkelerini eleştiremiyorlar. Eleştiri olmayan yerde gelişme olabilir mi?
Öğrendiğim kadarıyla oynadığınız oyunlarda hiçbir zaman tam teslim olmayan, tartışarak, münakaşa ederek sahnede yerinizi almışsınız hep. Dormen Tiyatrosu’nda oyun türleri size yetmemiş. Neydi size rol aldığınız her oyunda ‘Ben bu rolü oynamalıyım’ dedirten?
Oynadığım, bana verilen her rolü tartışmak isterim. Bunun nedeni ne olabilir. Karaca Tiyatroda bana verilen her rolü oynadığım için, mecbur olduğum için, hayatımı kazanmak için çalışmak zorunda olduğum için, o yıllarda hayır deyip sorgulamadan oynamak zorunda kaldığım yılların tecrübesinden sanırım. Ama kendi tiyatromda her türlü rolü tartışarak, Engin’le (Cezzar) konuşarak, karar verdiğim roller oldu. Ki oyun ve rol seçme hakkım da vardı. Engin ‘Bu rol senin’ dediği zamanlarda, roller konusunda her zaman isabetli kararlar veren bir yönetmendi.
ŞÖHRETİMİ BORÇLU OLDUĞUM ‘SOKAK KIZI İRMA’ MÜZİKALİNİ KÜÇÜMSEMİŞTİM!
Karaca’dan Dormen Tiyatrosuna geldiğinizde Dormen’in oyun türlerinin size yetmemesi mi diyebilir miyiz, 1962’de Engin Cezzar'la Gülriz Sururi - Engin Cezzar Tiyatrosu'nu kurmaya iten nedenlerin başında?
Doğru, çok doğru. O yıllardaki, Dormen’deki oyun türleri bana yetmedi. Hatta Sokak Kızı İrma müzikalini bile küçümsemiştim o zaman. Ki şöhretimi ona borçluyum. Ama kendi tiyatromuz birçok türde birçok oyun sahneledi. Tiyatronun kilometre taşlarından oldu Gülriz Sururi – Engin Cezzar Tiyatrosu. Hatta bugün bile en çok oyun sahneleyen özel tiyatroların arasında yer alır.
SESİNE AŞIK OLDUĞUM EDİTH PİAF’İN BENİ EN ÇOK ETKİLEYEN YANI ÇOK HIRSLI OLMASI!
Kaldırım Serçesi deyince Edith Piaf kadar anılan ilk isimlerdensiniz. Edith Piaf’ı canlandırırken, Edith Piaf’ın sizi en çok etkileyen hangi yaşanmışlıkları ve özellikleriydi?
Edith Piaf aşık olduğum bir ses. Babam evde taş plaklarını dinletirdi, dinlerdik. Hayran olduğum büyük sanatçı… Beni en çok etkileyen yanı çok hırslı olmasıydı belki de. Tırnaklarıyla kazıyarak, en aşağılardan en yükseğe zirveye tırmanmayı başardı. Bu yönü de bende hayranlık uyandırmıştı. Sıfırdan bir yerlere gelmesi, şarkılarıyla, sesiyle ölümsüzleşmesi…
BAŞARILI OLMANIN BİR YOLU DA HIRSLI OLMAKTAN GEÇİYOR!
Peki siz hırslı mısınız?
Oyunlar oynuyorsunuz, işler yapıyorsunuz, seviliyorsunuz, başarılı bulunuyorsunuz. Başarılı olmanın bir yolu da hırslı olmaktan geçiyor!
Bizler sizi izleyemedik evet ama Sokak Kızı İrma ve Keşanlı Ali’deki Zilha olarak yıllar sonra hâlâ anımsanmanızın sihri hangi cümlelerle… ?
(Gülüyor) Çok zor bir soru bu. Bilemiyorum ki... Çok doğru prodüksiyonların olması ve çok doğru yorumlamamıza bağlı sanırım. Sokak Kızı İrma Haldun Dormen’in, Keşanlı Ali’yi de, çok büyük ve iyi, çok doğru bir şekilde sahnelememizdir. Biz orada tam hakkını vermiştik.
HALDUN TANER, BENİM İÇİN, ‘İÇKİ OLSA ŞAMPANYA, SULTAN OLSA HÜRREM SULTAN OLURDU’ YAKIŞTIRMALARINI YAPTI!
Tiyatroda birçok şeyi yaptınız. Hürrem Sultan’ı oynamayı çok istiyorsunuz. Nelerdir onu canlandırmak isteme nedenleri? Nedir size ‘Hürrem’i oynamalıyım diye ruhunuzu ve oyunculuğunuzu dürten?
Çok enteresan… Bu, Haldun’un (Taner) yakıştırmasıyla… Haldun, anı kitabımın tanıtımı için bir yazı yazmıştı. İçki olsa şampanya, Sultan olsam Hürrem şeklinde bir takım yakıştırmalar yapmıştı. Ondan olabilir mi acaba? Hürrem Sultan tabii ki gelmiş geçmiş en ilginç karakterlerden de biri. İyi bir rol, iyi ve ölümsüz kahraman olarak buluyorum.
‘ALLAH’TAN SONRA YÖNETMEN GELİR!’
Muhsin Ertuğrul’un yeteneğinizi keşfetmesiyle 12 yaşında Çocuk Tiyatrosu’nda başlıyorsunuz ve bugünlere… Haldun Dormen’le yaptığımız röportajda ‘Muhsin Ertuğrul çok iyi bir tiyatro adamı ama iyi bir yönetmen değil’ demişti. Ne diyeceksiniz buna?
Bu tartışılır! ‘Muhsin Ertuğrul çok iyi bir tiyatro adamı ama iyi bir yönetmen değil’ gibi bir söze katılmam mümkün değil. Nasıl yöneteceğini biliyordu. Şöyle bir şey vardır. Bazı oyuncuları özgür bırakmak gerekir yönetmesi için. Belki böyleydi bilemeyeceğim. Ama yönetmenliğin ne olduğu bilinmeyen ülkemizde ilk defa yönetmenliğin, tiyatroda çok önemli bir yeri olduğunun ve yönetmenin dediğinin bir kanun olduğunu bize öğretmiş birisidir. Bu yüzden de Devlet Tiyatrosu’nda hâlâ denir ki ‘Allah’tan sonra yönetmen gelir!’
Küçük yaşta hayatını kazanmak zorunda olmak, sorumluluklar yüklemenin beraberinde başka neleri fark ettiriyor ve çark ettiriyor insana?
Çok küçük yaşta bütün bunları yaşamak zorunda kaldım. Tabii ki vazgeçtiklerimden pişmanlık duyduklarım olmuştur ama zamanla hepsinin açığını kapattım. Ve bir denge tutturabildiğimi zannediyorum.
Bir cümleniz var hayata dair. Çok hoşuma gidiyor. ‘Hayat durmaksızın karşımıza yol ayrımları çıkarıyor. Bazen de süslü, rengarenk, küçük kutular. Aralarına kaba kağıtlardan yapılmış birkaç gösterişsiz kutu serpiştirmeyi de ihmal etmez.’ Bu cümlenizden yola çıkarak hayatın sunduğu bu kutulardan çıkan yaşama dair en sevdiğiniz hediyeler neler oldu?
Ah bu dediğim cümlelerimi hatırlatman ne güzel oldu Melike. O kutulardan bazılarını es geçip devam ettiğim, yanından geçtiğim de olmuştur, farkına varamadığımda… Ama çok doğru paketleri açtığımı da biliyorum.
Mesela…
İlk aklıma gelen… Bazı oyunları oynayışıma karar verişim… Bazı dizilerde oynamak istemeyişim gibi… Sonra… Engin’le (Cezzar) beraberliğim, evliliğim, çok önemli kararlardan bir tanesiydi, doğru açtığım paketlerden biriydi. Şimdi baktığımda ‘İyi ki bu kararları vermişim, iyi etmişim’ diyorum. (Gülümsüyor)
Küçük şeylerden mutlu olduğunuzu düşünüyorum.
Evet… Mutluluklar yaratırım ben. Mesela güzel hazırlanmış bir sofra beni çok mutlu eder. Tek başıma da olsam kendime zevkli bir sofra hazırlayabilirim. Bunun dışında kendimle de çok mutluyum. Güzel yaşlandığımı düşünüyorum.
Daha yaşlanmadınız…
Çok yaşlandım… Çoktan yaşlandım da… Yaşlılığı güzel taşıyorum. Enerjiğim. Böyle… Uzun yıllar yaşayıp, çok ihtiyarlamadan ölmek… Ama uzun yaşamak istiyorum. Enerjim ve hafızam böyle iyi giderse…
ENERJİK OLUŞUMU İRADEME VE GENLERİME BORÇLUYUM!
Otobiyografinizi yazdığınız kitabınızdan takip ettiğim kadarıyla yorulmak ve bitmek bilmeyen enerjik yapınızı neye borçlusunuz?
İrademe ve genlerime borçluyum sanırım.
Sinemakolik Gülriz Sururi’yi en etkileyen ve ‘Bu rolü ben oynamalıydım’ dediğiniz filmler hangileri ve neden o roller?
Çok isterdim. İsim vermeyeyim ama birçok film var tabi, oynamayı istediğim. Sinemada çok iyi oynayacağımı ve sinemaya yakışacağımı da düşünüyordum ama sinemadan hiç teklif almadım.
BENDEN KORKMUŞ OLABİLİRLER Mİ?
Neden teklif gelmemiş olabilir sinemadan?
Bilemiyorum. Belki de tesadüf. Ya da gözlerini mi korkuttum? Benden korkmuş olabilirler mi acaba? (Kahkaha atıyor)
Birçok insan sizi tiyatrodan televizyona geçtiğinizi sanıyorlar, 1990’lı yıllarda beş yıl sunduğunuz yemek programınızla. Oysa 1968’de Adalet Cimcöz’ün Sokak İrma müzikalinden seçtiği sahnelerle 1960’lı yıllarda televizyona çıkan ilk oyuncusunuz.
(Çok şaşırıyor) Aaaa! diyor. Bu bilgiyi bulmanız… Adalet Cimcöz’ü bilmeniz… (Gözleri doluyor.) Televizyona 1960’larda çıkan ilk oyuncuydum evet ama ve biliyor musunuz ki, o görüntüleri hiç izleyemedim. Çünkü o zamanlar teknoloji bu kadar yaygın değildi, şimdiki gibi DVD’lere aktarılsın filan…
Günümüzde televizyon ve teknoloji tiyatronun rakibi ama 60’lı yıllara baktığımızda tiyatronun tek rakibinin yine tiyatro olmasının günümüze yansıttığı en temel gerçeklerin neler olduğunu söylersiniz?
Teknoloji, televizyon hatta internet… Şimdiki nesil, alıyor içeceğini geçiyor bilgisayar ekranının karşısına, internetten istediği filmi izliyor, istediği şarkıyı dinliyor, istediği kitabı okuyor. Ama bir gün gelecek inanıyorum ki, tekrar, tiyatroya, şiire, edebiyata dönülecek.
HAYATI LİMON GİBİ SIKMAYA DEVAM EDİYORUM!
Günümüzde teknoloji olmazsa olmazlardan... Peki sizin ‘Olmazsa Olmaz’larınız neler?
Olmazsa olmazlarım yok. Çünkü her şey benim elimde. İstediğim şeyleri yapıyorum. Hayatı limon gibi sıkmaya devam ediyorum. 35 – 40 yaşlarından beri felsefem bu oldu. Hayatı limon gibi sıkmaya devam etmek… Anların tadını çıkararak, anıları yaşıyorum. Hâlâ oyun yazıyorum, hâla yemek yapıyorum. Dostlarımla oturup içki içebiliyorum. Sevgi konusunda başka bir boyuta geçtiğimi düşünüyorum.
Dünya nereye gidiyor demeyeceğim ama şöyle bir baktığınızda dünyaya bakışınızı değiştiren şeylerin neler olduğunu düşünüyorsunuz?
1950’li yıllarda Bedri Rahmi Eyüboğlu, Adalet Cimcöz gibi birçok entelektüel, sol görüşlü, aydın, dünyaya açık insanlarla oturup konuşarak tiyatronun dışında başka alanlar olduğunu görerek, fikirler ve düşünceleri paylaşarak onlardan feyz almam diyebilirim. Onlardan yaşça küçüktüm ama bir arada olup konuşabilmekten mutluluk duyardım. Onların bakış açıları, onların aralarındaki konuşmaları, dünya görüşleri, okuyacağım kitapları seçmemdeki önerileri…
Yemek kitabı, kadınlar için pratik bilgilerden oluşan bir kitap… Otobiyografinizi (2 kalın kitap halinde, ‘Kıldan İnce Kılıçtan Keskince’ ve ‘Bir An Gelir’) yazdınız. Hikâyelerden oluşan bir kitap da yazdınız. Sonra da roman… Yazıyla ilk tanışmanız nasıl oldu peki?
Dormen Tiyatrosu’nda çalışırken bir sayfalık yazdığım yazıyla başladım. Ve hissettim ki yazmaktan hoşlanıyorum. Yazmak beni mutlu eden bir şey ve şunu da anladım ki kendimi ifade etmekte konuşmaktan daha başarılıyım yazarken. Konuşurken telaşa kapılabiliyorum, bir tartışma olsa, ben de haklı olsam… Tabii ki konuşurken kendimi kaybedebilirim ama yazıp, ellerine verirsem daha çok kazanırım.
‘Kıldan İnce Kılıçtan Keskince’ ve ‘Bir An Gelir’ adlı otobiyografi – anı kitaplarınızı yıllar önce elimden düşürmeden okumuştum. Yazılarınıza baktığımızda kolay, akıcı ve sıkmadan okutan bir üslupla karşılaşıyoruz. Bunu nasıl başarıyorsunuz?
Ona dikkat ediyorum. Bir de böyle şeyler okumaktan hoşlanıyorum. Yani kolay, akıcı ve beni meraklandırmadan, ilgimi çekip, elimden bırakmamalıyım. Benim hikâyelerim de öyle oldu. Yani okuyan rahat ve keyifle okuduğunu belirtiyor. Zaten hikaye ülkemizde en az satılan kitap türü. Benimki üç baskı yaptı, daha yapar diyorlar. Çok ünlü ve değerli hikâyecilerimizin kitapları bile iki baskıda kalıyor. Hikâye çok önemli bir anlatım türü. Ve çok kolay okunur hikâye. Çok hikâye okurdum ilk gençlik yıllarımda.
Yazı yazıyorsunuz, diyelim ki tıkandınız yazarken. O zaman…
Orda bırakıyorum, bambaşka bir duruma geçiyorum. Hemen bırakıyorum. Bazen o yazıyı tamamen bırakıyorum bazen dönüp devam edebiliyorum ama ısrar etmiyorum. Öyle oturup da ilham gelsin de… Öyle bir şeyler yok bende.
Anı kitaplarınızda Engin Bey’den çok bahsediyor olmak… ‘Engin Bey’den niye bu kadar çok bahsettim’ diye düşündüğünüz oldu mu, kitap çıktıktan sonra ya da şimdilerde?
(Gülüyor) Şimdi öyle de olsa başkaları daha açık söyledi bunu, açık söyleyeyim. Onun için izah etmek istiyorum. 1960 yılından beri bir insanla beraberseniz, bu meslek olarak da beraberseniz başka çare yok gibi oluyor. Bir de tabii önemli şeyler yaşanmış. Zaten yaşanmaya, yazmaya değer şeyler olmasa yazmazdım. Bu ilginçlikler de var. Bu yüzden belki biraz fazla olmuş olabilir. Ama başka çaresi yoktu galiba.
Anı kitaplarınıza baktığımda kimseyi incitmediğinizi görüyorum. Bunu nasıl başardınız? Çünkü başka birisi olsa ooooo…
Bunu ilk söyleyen insan sensin. Bir çok kişi küsecek duruma geldiler benimle. Onları kırdığımı, bunları yazmamam gerektiğini söylediler. Ama itiraf eydim ki bazılarını da çok hafif yazdım!
ÇOCUKKEN GELİN OLMAYI MESLEK SANIYORDUM!
Çocukken gelin olmayı meslek sanıyormuşsunuz. Neydi, gelin olmayı meslek olarak düşünmenize sebep?
Çocukça bir şey herhalde… Başka ne olabilir? Çocukça bir şey olduğunu düşünüyorum. Benim küçüklüğümde kızlar büyürler, bir miktar okurlar sonra da kocaya varırlardı mutlaka. Güzel bir gelin olmak da hayat içinde, yaşam içinde yapılması muhakkak gerekli olan bir olay diye biliyorum.
Gelelim tiyatroya… Türkiye’nin ilk primadonna bir annenin karnında sahneye çıkmak ilk operet kurucu bir baba, amcalarınızın da tiyatrocu olması ister istemez sizin tiyatroya yönelmenizde, tiyatroyu meslek olarak seçmenizde etkisi oldu diyebilir miyiz? Onların etkisi altında kalıp da…
Tabii ki… Kesinlikle… Etkisi altında kalıp da… Zaten başka şansım yoktu, başka şansım da olamazdı. Bütün aile tiyatro oyuncusu iken, ben ne yapabilirdim ki? Ne bileyim ben fırıncının çocuğu fırıncı olmaz, bu olmaz ama tiyatro çok farklı bir şey. Başka mesleklerde, mesleğinizi bir tarafa bırakıp, eve dönebilirsiniz ama tiyatro öyle değil. Herkes tiyatrocu olduğu zaman evde de hep tiyatro konuşulur. Bir bankacı eve geldiği zaman karısına, banka senetleri üzerinde kafa yormaz. Oysa bir tiyatrocu eve geldiğinde oyun üzerinde, oyunculuk üzerinde durmaksızın konuşulur. Seyirci konuşulur, oyuncu konuşulur, meslek konuşulur, zaaflar konuşulur, başarılar konuşulur, başarısızlıklar konuşulur. Yani tiyatro bütün hayatın içinde yerine oturmuş bir bütüne bağlıdır
BİR TEK MUHSİN ERTUĞRUL İSTEDİ DİYE TİYATROCU OLDUM!
Çocuk Tiyatrosu’nda başrolle tiyatro dünyasına adım atmak…
Çocuk Tiyatrosu’na kendi arzumla gitmedim. Ama doğru meslekte olduğumu, çocuklardan gelen alkışlarla, bunların beni tatmin etmesiyle başarılı olmuştum. O kesin… Konservatuvarda seçilmemde belki de bunları birbirine bağlayan, merdiven gibi basamak basamak çıktığım olaylarla dönemler… Tabi ki orda seyirciyle olan buluşmamız… Ben sıradan biri olsaydım koroda bir kız olarak işimi yapıp çıksaydım, kapıdan çıkarken beni kızlar tanımasalardı, belki tiyatrocu olarak kalmazdım. Bilmiyorum… Ama olmayı istemiyordum. Neden? Çünkü iki büyükannem de bunu istemiyorlardı. Bir reaksiyon olarak yani… Aile mesleği bu. Artı babam da amcalarım da istemiyordu. Bir tek Muhsin Ertuğrul istedi diye bu iş başladı.
Kendi tiyatronuzu kurdunuz. Dönem dönem iflas etti tiyatronuz. Bu, sizi üzdü mü, kırdı mı?
Tabii ama ben bir tek şeyin çok farkındaydım, çok genç yaşımdan beri. Hayat böyle bir şeydir. Başarılar, başarıların ardından başarısızlıklar, başarısızlıklar demeyelim de terslikler… Aramızda bizim bir sözümüz var, Yaşar Kemal her alanda bu sözü eder. İnsanın kaderinde yedi yıl bolluk, yedi yıllık darlık diye bir şey var. Bir de yine atasözleri der ki; Felaket yalnız gezmez, saadet de… Kötülükler üst üste gelir, ölümler üst üste gelir. Mesela. Bir aileye bir hastalık geldi mi, birkaç kişiye…Böyle şeyler. Bunlar hayatın gerçekleri olarak benim tarafımdan çoktan benimsenmiş, kabul edilmiş şeylerdir. Yani itiraf edeyim ki; çok şaşırarak yaşamadım.
Bekliyordunuz…
Evet yani böyle… Çünkü devamlı çıkamazsın. Biri şampiyon oluyor, biri buralara geliyor. Fatih Terim’i düşün. Kral, kral diye tepelerde… Kimsenin aklına başka türlü bir şey geliyor muydu? Her şey İtalya’ya gitmesiyle değişti. Gitmese, kalsa aynı çizgiyi sürdürebilecek miydi? Hayır, akıllı olduğu için… Hiç değilse bugün elinde parası var Yani böyle rastlantıları değerlendirmeler yahut da yanılgıya düşüp kalmalar… Ama bütün bunlar hayatın doğal gerçekleri.
İYİ BİR OYUNU KÖTÜ BİR OYUNCU BİLE GÖTÜREBİLİR AMA KÖTÜ BİR OYUNU İYİ BİR OYUNCU BİLE KURTARAMAZ!
Edith Piaf, Sokak Kızı İrma, Mehmene Banu, Zilha… Bu roller adınızı geniş kitlelere duyuran rollerinizdi. Bu rollerde başarılı kılan şey neydi?
Şimdi başarılar şudur: Bir oyunda ağzınızla kuş tutsanız, yaranamazsınız. Metin iyi olmalı. Bu işin anası, kalbi metindir. Tekst iyi olacak.Oyundan sonra, oradaki karakter size uygun bir karakterse oynadığınız, başarı çok daha kolaylaşıyor.Bir prensibim var; İyi bir oyunu kötü bir oyuncu bile götürebilir ama kötü bir oyunu iyi bir oyuncu bile kurtaramaz! Buna inanıyorum. Bu doğrudur. Ben daha dominant tiplerde daha başarılı oluyorum. Bir Zilha, bir Mehmene Banu, bir Piaf… Dominant, güçlü tipler… Bunlarda başarılı oluyorum. Bunların yanında naif, üzgün, süzgün ve acınacak tiplerde başarılı olamamışım.
Şivelerde başarınızı neye bağlıyorsunuz?
Tamamen gözlem… Çünkü ailemin oynadığı oyunları seyrederken zaten otomatikman bilmem ne rolünü çalışırlarken, dinlerken çok doğal olarak girmiş kulağıma. Onun için kolay oluyor.
TİYATRODA MİSYONUMU TAMAMLADIM!
Tiyatroya bilinçli olarak nokta koydum demişsiniz. Neden?
Tiyatroya nokta koydum deyişim şudur. Türk Tiyatrosu’na ben misyonumu tamamladığımı düşünüyorum. Tiyatroya nokta koyuyorum. Çünkü yeni bir soluk, yeni bir atılım, yeni bir format getiremiyorum. Gençler bir şey yapmalı. Benden bir şey istesinler oynarım. Ama tiyatro adına çok ilklere sahibim. Gençliğimizde uzun yılar uzun yıllar yaptığımız işler bunlar. Bugün gençlerin bir şey yaratması lazım ama... Yeni bir şey görmüyorum. Yeni bir şey yok. Ama bir gün bir patlama yapacak.
TİYATROCU OLACAKSANIZ PAPAZ HAYATI YAŞAMANIZ GEREKİYOR!
Tiyatrodaki temel ilkeleriniz nelerdir?
Tiyatronun seyirci disiplini, çok çalışmak, verici olmak… Sadece verici olmak yetmiyor bu fikir ve duyguyu alkışlarda bulacağınıza inanıyorsanız, bu mesleği yapın, bu zorluğa katlanın. Biraz da papaz hayatı yaşamanız gerekiyor. Bir yere eğlenmeye gideceksiniz, gece on iki de bir de eve döneceksiniz. Yarın provanız varsa ne yapacaksınız, papaz hayatı yaşayacaksınız. Gençken bunları yapmak zor. Tabii bale de filan da bu böyle ama bale de otuzlu yaşlarda bitiriyorlar. Tiyatro da bu böyle değil. Tiyatro da hangi yaşta olursanız olun, kendinize uygun bir rol bulursunuz.
1960’lı yıllarda tiyatroya ilgi daha büyükken günümüzde tiyatroya gösterilen bu ilgi çok az. Bunu televizyon ve teknoloji öldürdü maalesef.
Sanal dünya… Tiyatro ölmez. Bu bizde dahil tüm dünyanın her yerinde televizyonda beş sene balayı yaşanır. Türkler bilhassa yirmi beş sene… Ama şöyle bir şey var; tiyatro oyuncularını televizyon çalıyor, onlar da rakiplerini kullanmak istiyor. Yani ben de yaptım ‘A la Luna’ programında televizyonda. Bir anda böyle duyum 70 milyona ulaştı. Tiyatroda bu birkaç milyonla sınırlıydı. Ama ben inanıyorum ki; bu sanal dünyayla tiyatro rekabet edemez diyoruz ama mutlaka başka yeni bir ses, yeni bir soluk gelecek. En büyük hata yarışa kalkmak. Yani o teknikle yarışa kalkmak gülünçtür.
İSTEMEDİĞİM HALDE BİR GECE KULÜBÜNDE SAHNE ALMIŞTIM!
İstemediğiniz halde bir gece kulübünde sahne almışsınız zamanında. Bunun artıları, eksileri…
Olumlu katkısı; tiyatronun borçlarını ödedim. Beni psikolojik olarak etkiledi. Benim bir sahnem vardı, yüksekte duruyordum ve aşağıya bakıyordum, bu kayboldu. Halkımız çok tuhaftır, bundan keyif aldılar. Çünkü oraya gelen belli bir kitle “Şunu da söylesene” diyorlardı. Ama benim belli repertuvarım var, ben onun dışına çıkıp, söylemiyorum. Onların istediği lay lay lom diye bağrışmamı çok isterlerdi. Böyle bir şey yapsaydım, bugün o günden bir numaralı şarkıcı olarak devam ederdim.
Bu kadar ucuz mu olmalı…
Şimdi öyle bir şey ki, herkes popstar, herkes popüler… Bir bakıyorsunuz adam sokakta salatalık satıyor, karşısına geliyor bir kamera, söyle bakayım kardeşim, bilmem neyin nesi ne filan… Sahi abi beni de çekecek misin? Aman buradan çek diyor. Anası babası hepsi meşhur oluyor. O da popstar kadar popüler oluyor. Başarısızlık da ciddi bir popülarite oluyor. Çünkü halkımız maşallah, hüngür hüngür ağlıyorlar. Şişman diye ağlıyorlar, cinayet işlemiş diye ağlıyorlar. En son düşünülecek bir şey oysa onlar.
Haldun Taner yazmıştı. İyi bir rol olarak buluyorum. İyi bir kahraman, ölümsüz kahraman olarak buluyorum. Ama benim demin söylediğim roller kategorisinde hiçbir rol birbirine benzemiyor.
Hem pratik yemekler, hem güzel konuşma hem bakım… Sizde var olan tüm bunları kapsayan bir program yapmayı düşünmüyor musunuz?
Düşünüyorum da…İyi bir teklif gelmesi lazım ama öyle bir teklif gelmiyor. Gelen bazı şeyler çok kötü geliyor, onları da ben kabul etmiyorum. Biz kabul etmiyoruz, ince eleyip, sık dokuyoruz. Engin’le okuyoruz senaryoları filan… Bir bakıyoruz ki televizyonda yayına başlıyor, iyi ki kabul etmemişiz, biz rezil olacaktık diyoruz.
Yaşar Kemal’le ilginç bir tanışmanız var. Yıllar önce kitabınızda okurken hafiften tırsarak “Ne oluyor ya, kim bu?” dedim. (Dolmuşta birisi Gülriz Hanım’a yaklaşmış. Gülriz Hanım, geri çekildikçe o kişi yaklaşmış. Dolmuştan inmiş Gülriz Hanım. O kişi de inmiş. Meğer o kişi Yaşar Kemal’miş. Anlatmış, ben Yaşar Kemal’im diye…) Hakikaten ürktünüz mü, korktunuz mu o anda?
(Kahkahalarla gülüyor.) Valla öyle oldu. O zaman dolmuş vardı. İşte o zaman öyle şeyler vardı, şöförle bir adam, basıyorlar gaza, Maslak’a kaçırıyorlar insanları. Allah korusun.
ANNESİZ ÇOCUKLAR, ANLAMAZ GİBİ GÖRÜNMEYİ SEÇİYORLAR!
Annenizi küçük yaşta kaybetmeniz, hayata nasıl bakmanızı sağladı?
Vaktinden önce olgunlaşmamı sağladı. Hayatı çok iyi anlamamı, ölümü çok erken tanımamı, ölümün ne olduğunu, irdelememi sağladı. Ve o kadar erkekli bir ailenin içinde bir kız çocuğunun kendi ayakları üzerine basmak zorunda olduğunu anlamadan ayaklarımın üstüne bastım. Onları çok sonraki yıllarda hatta yazarken düşündüm. Ama gerçek olan şu ki; annesiz çocuklar, bilmiyorum babasızları- çok erken olgunlaşıyorlar, bir sürü şeyi anlıyorlar, anlamaz gibi görünmeyi seçiyorlar. Ailelere karşı çocuk rolü oynamak gibi bir durum oluyor.
Yıllarca sizi başarılı kılan neydi?
Çalışkan olmak… Kendimi tanımak, kapasitemi iyi bilmem, kendimi hep zorlamam, yapamayacağım işe soyunmamam…
KENDİMİ BEĞENMİYORUM AMA HÂLÂ BİKİNİ GİYİYORUM. BİKİNİ GİYMEKTEN VAZGEÇMEK İSTEMİYORUM!
Bodrum hayatınızda hep var… Bundan sonra da olacak mı?
Bundan sonra da olacak… Deniz kenarında bir evim var. Giderek yaşlandıkça kendimi beğenmiyorum ama hâlâ bikini giyiyorum. Bikini giymekten vazgeçmek istemiyorum. Kendimi beğenmek istiyorum. Yani kendimi beğenmezsem başkalarının görmesini de istemiyorum. Her sene on, onbeş gün gidiyorum, yüzüyorum, kendime geliyorum. Her sene her sene böyle… Ama bu sene galiba son olacak, herkesin içinde bikini giyişim…
Sahneye ilk çıkan Türk kadınının bilindiği gibi Afife Jale değil, teyzeniz Mevdude Refik Hanım olduğunu, kitabınızda belgeleriyle yayınlamanıza rağmen hâlâ Afife Jale olarak bilinmesiyle ilgili neler söyleyeceksiniz?
Bu olay gerçek. Teyzem tiyatro yapmış amatör ve profesyonel olarak ama devam ettirmemiş. Evlenmiş, bırakmış, devam etmemiş. Afife Jale ise ömrünü vakfetmiş. Ben yıllar sonra gölgede kalan tarihi bir gerçeği bildirmek istedim. Kalkıp da öyle olsun, böyle olsun, onun yerine teyzem olsun filan gibi şeyler düşünmedim. Ama annem adına geleneksel bir ödül töreni yapmak istiyorum.
KONSERVATUVARDA OKUYUP DA HİÇ TİYATRO İZLEMEYEN ÇOK ÖĞRENCİ VAR!
Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’ndeki öğrencilere birikimlerinizi aktarırken; apolitik olmaları ve teknolojiye düşkünlüklerinden başka, gözlemlediğiniz genç kuşakla ilgili şaşırdığınız konuların başında neler geliyor?
Çok zeki, çok yetenekli gençlerle çalışma imkanım oldu. Ama buna rağmen şaşırdığım tarafları da vardı. Apolitik olmaları, yaşadıkları dünyadan, yakın tarihimizden, geçmişimizden, siyasetten bihaber olmaları… Sonra eğitimle ilgili eksiklikleri, meslekleriyle ilgili kararsızlıkları, meslek seçimi konusunda özgür olmayışları… Mesela konservatuvara gelen öğrencilerin % 40’ı hiç tiyatro izlememiş. Bizim zamanımızda rekabet çok önemliydi. Daha iyi olmak için çalışılırdı, daha iyi olmak çok önemliydi. Şimdiki gençler, bildikleri, inandıkları, yapmak istedikleri şeyleri öğrenmekle yetinmek derdindeler.
Türkçe’yi düzgün kullanmak ve kendini yetiştirmek paralelinde, günümüzde yaşanan kültür erozyonun dezavantajları nasıl en aza indirgenebilir sizce?
Çok güzel bir soru bu. Çünkü bu konu benim içimde bir yara. Spikerler bile Türkçe’yi katlediyorlar. Çok üzgünüm. Türkçe çok özel bir dil. Doğru kullanım ve telaffuz konusunda elimizin altında ne kadar değer varsa o değerleri iyi özümseyip, farkına varıp doğru şekilde kullanmamız ve doğru şekilde aktarılması gerektiğini düşünüyorum.