Güncelleme Tarihi:
Kafamızdaki soruların yanıtlarını almak için, Billy Hayes ile Cumhuriyet Bayramı’nda New York’ta Türk bayrağını göndere çekmesinden sonra uzun bir röportaj yaptık. Aradan 39 yıl geçmesine rağmen o günleri anlatırken inanılmaz tutkulu, yaşadığı günlerden bahsederken gözleri doluyor, sesi titriyor. Konuşurken bolca Türkçe kelime kullanıyor ve Türklerden özür diliyor...
1977’de bir kitap yazdınız ve kitabın filmi yapıldı. Bu filmin neredeyse 40 yıldır Türkiye’yi ne kadar kötü etkilediğini biliyorsunuz, değil mi?
Biliyorum. Bu film birçok açıdan Türkiye’yi dünyaya tanıttı ve hiç doğru bir Türkiye portresi değildi çizilen. O yüzden çok yazık.
Türkiye’de hapisteyken işkence gördünüz mü? Dayak yediniz mi?
İşkence görmedim, dayak yedim. Bana işkence yapıp benden alabilecekleri bir bilgi yoktu elimde zaten. Kavgaya karıştığım için falakaya yatırdılar.
Tacize ya da tecavüze uğradınız mı?
Hayır.
Hapishane koşulları gerçekten gösterildiği kadar kötü müydü?
Sağmalcılar henüz yeniydi o zaman. Paslı bir yerdi ama filmde gösterildiği kadar kötü değildi durumu.
Başka neler yanlış aktarılmıştı filmde?
Benim en büyük problemim filmde bütün Türklerin kötü gösterilmesiydi. Ben Türkleri çok seviyor ve onlarla iyi anlaşıyordum. Tabii hapiste başka bir yüzüyle de karşılaştım ama hapishane her yerde aynıdır. Ayrıca filmde gardiyan Hamid’i benim öldürdüğüm gösterildi, halbuki günlerce dövdüğü ve ailesini aşağıladığı başka bir mahkum salındığında gidip öldürmüştü onu. Hamid adam döverken “Ananı bacını yedi sülaleni…” diye bağırırdı. Tam bir sadistti. Ama diğer gardiyanlar öyle değildi. Kaçış biçimimi de değiştirmişler. Ben öyle kaçmadım. Bir sandalla kaçtım İmralı’dan.
Peki senaryoyu okuduğunuz ve film çekilirken sette olduğunuz halde neden o anda müdahale etmediniz?
6 gün Malta’daki hapishane setindeydim sadece. Ona da başrol oyuncusu Brad Davis ile tanıtım fotoğrafları çekilelim diye götürdüler. Yoksa yönetmen Alan Parker beni sette istemiyordu. Senaryonun da sadece ilk halini okumuştum. Uyardım hemen, “Benim hikâyem bu değildi, ben böyle kaçmadım” dedim. “Ben bir sandalla günlerce denizde mücadele ederek kaçtım.”
Sormaya çalıştığım yanlış çizileceğini bildiğiniz bir Türkiye portresine neden senaryoyu ilk okuduğunuzda hemen itiraz etmediğinizdi?
Benim okuduğum halinde Türkiye’yi bu denli kötü gösterecek referanslar yoktu. Alan Parker bana filmi ilk kez New York’ta bir stüdyoda izletti. O zamana kadar bu hale geleceğini tahmin etmiyordum. Yönetmen Parker filmi çekerken kendi hayal gücüne göre birçok eklemeler yaptı.
Tecavüz girişimi de yoktu senaryoda yani?
Hatırladığım kadarıyla yoktu. Ama olsa bile kitabımın haklarını onlara sattıktan sonra filmde yaptıkları hiçbir şey üstünde kontrolüm yoktu. Hiçbir şey yapamazdım. Stephen King bile filmlerde kitaplarını mahvettiklerini söyler, o bile bundan şikayetçiyken ben ne yapabilirim ki?
Oliver Stone 2004’te yanlış Türkiye portresi çizdikleri için özür diledi. Bu demektir ki kendi senaryosu da zaten gerçekleri yansıtmıyordu…
Senaryoyu da Malta’dan dönene kadar okumamıştım zaten. Oliver Stone filmdeki aşırılıklar için özür diledi evet ama o zaman ‘Alexander’ filminin tanıtımını yapmak için İstanbul’daydı. O film olmasaydı Türkiye’ye döner miydi sanıyorsunuz? Senaryoya kendisi koydu o sahneyi ve o replikleri zaten!
Filmi ilk seyrettiğinizde ne hissettiniz?
Nefes alamadım, konuşamadım. Terliyordum. Alan’a hemen “Harika bir film olmuş ama benim İmralı’dan kaçtığım sandalıma ne oldu? O sandal bana hayatımı geri verdi!?” dedim. Hapishane hayatı bütün onurunuzu, hayatınızı elinizden alıyor. O sandal bana bunları geri verdi. Ve kaçışımın gerçek hali aslında tam da Hollywood materyaliydi.
Ya Türkiye? Alan Parker’a “Bunlar Türkiye’yle ilgili gerçekleri yansıtmıyor” demediniz mi yani?
“Benim yaşadıklarım bunlar değildi” dedim. Alan da “Bu bir film, bunu anla” diye yanıt verdi.
40 YILDIR BU FİLMİN YANLIŞ OLDUĞUNU SÖYLÜYORUM
Neden şimdi bu Türkiye dostluğu? Tutarsızlıkları anlatma ihtiyacı?
Ben 40 yıldır aynı şeyleri söylüyorum. 1978’te yaptığım ilk röportajlara bakın, orada da göreceksiniz. “Bu filmde bir tane bile iyi Türk yok” dedim hep. Ama Cannes Film Festivali’nde ikinci kez izleyene kadar tam algılayamamıştım. Orada izlemek ve karakterimin “Siz Türk milleti hepiniz domuzsunuz” diye bağırıp Türklerin yedi ceddine küfrettiği mahkeme sahnesinde seyircinin alkışladığını, coşkudan bağırdığını duymak ödümü patlattı. Nefes alamıyordum resmen. Festivaldeki grup fotoğraflarına bakın; herkes gülümsüyor ve mutlu, benim yüzümdeyse şok bir ifade var. O festivalde anlamaya başladım insanların bu filmden sadece Billy Hayes’in hikâyesini almayacaklarını. Gerçekte ben mahkemede bunun tam tersini söylemiştim. Yargıca “Kararınıza katılmıyorum ama yapabileceğim tek şey sizi affetmek” demiştim. Ama bütün dünyaya o mahkeme sahnesiyle böyle berbat bir imaj çizildi işte. Asıl bu sahneden dolayı nefret etti insanlar Türkiye’den bence. Yani sebep hapisteki dayaklar değil. Bu dünyanın her yerinde var. Ben Türk insanlarından nefret etmiyordum. Asla o sözleri söylemedim. Annelerine, kardeşlerine küfür etmedim. Tutuklandıktan sonra bile nefret etmedim Türklerden. Ne yaptığımı biliyordum, yasayı biliyordum, suç işlediğimi biliyordum, ceza çekeceğimi, sonuçlarına katlanmak zorunda olduğumu biliyordum.
Kızmadınız mı o mahkeme sahnesine?
Kaçış sahnemin değiştirilmesine daha çok kızmıştım. Bu filmde çizilen imajın şu günkü boyutuna geleceğini tahmin etmedim hiç.
BOZULAN TÜRKİYE İMAJINI DÜZELTMEK HEPİMİZİN SORUMLULUĞU
Şimdi ‘Geceyarısı Ekspresi’ne Binmek’ adlı tek kişilik bir şovla da seyirci karşısına çıkıyorsunuz New York’ta. Nasıl tepkiler alıyorsunuz?
Türkler ilk duyduğunda gelip protesto etmek istediler, biliyorum. Sonra izlediler ve hikâyemde neler söylemeye çalıştığımı anladılar. Kötü Türkiye imajını silmek için herkes destekledi oyunu
Bugün Cumhuriyet Bayramı ve siz New York’ta Türk bayrağını göndere çektiniz. Çok ironik değil mi bu? Neler hissettiniz?
Çok aceyip (Türkçe söylüyor). Çok duygulandım. Bazı şeyleri dengeleme şansı bulmak, doğru ile yanlışı gösterebilmek çok güzel. Bu o film ekibindeki herkesin sorumluluğu, benden yönetmen Alan Parker’a kadar.
Bayrağı göndere çekeceğinize dair haberin altındaki okuyucu yorumlarına baktığımda inanılmaz bir sitem ve kızgınlık gördüm. 40 yıldır koca bir millet tarafindan bu kadar nefret edilmek size ne hissettiriyor?
Çok ilginç yorumlar yapılmış olmalı… Hiç hoşuma gitmiyor tabii. Ama artık benden nefret ettiklerini sanmıyorum. İstanbul’a gittim. Türk basınına konuştum. Onlardaki Billy Hayes imajı değişti bence. Elimden geleni yapıyorum bunu düzeltmek için. Bir film yaparken herkes para kazanmak istiyor tabii. Bunun için de bir kahramana, bir de kötü karaktere ihtiyacınız var. Bu filmde kötü karakter koca bir ülke oldu, yani Türkiye. Sokaktaki iyi Türkleri de gösterselerdi böyle olmazdı. Beni yargılayan yargıcı mesela. Beni önce 4 yıl 2 aya mahkum etti. Tam cezam bitecekken Yargıtay’ın cezamı ömür boyu hapse çevirmek istemesiyle eli kolu bağlandı ve cezamı yine de indirerek 30 yıl yaptı. “Keşke Yargıtay’ın beni mecbur bıraktığı bu cezayı vermek zorunda kalmadan önce emekli olabilseydim” dedi mahkemede. 80 milyon Türk var bu filmden etkilenen. Tabii ki zaman alacak düzeltmesi. Bugün bayrağı göndere çekmem gibi resimler önemli semboller. Bir affetme, affedilme… Filmi değiştiremeyiz artık. Film yapıldı ve bitti. Ama yarattığı algıyı değiştirebiliriz. Oyunu izleyenler, Hürriyet’te bu röportajı okuyan yüzbinlerce insan, bu şekilde yavaş yavaş değişecek.
İSTANBUL'DA HEP GİTTİĞİM MUHALLEBİCİ
SAYEMDE ZENGİN OLMUŞ
2007’de Türkiye’yi ziyaret ettiğinizde eskiden gittiğiniz yerlere uğradınız mı?
Yener’in Restoranı’na gittim. Eskiden hep orada takılırdık, bütün hippilerin yeriydi orası Sultanahmet’te. Duvarlarda resimlerim vardı. Sahibinin oğlu beni gördüğünde inanılmaz mutlu oldu. “30 yıl önce babam buranın sahibiyken sen bizi kitabında yazdın ve sonra da filmde adımız geçti ve öyle ünlü olduk, öyle çok para kazandık, yandaki oteli de aldık!” dedi. Yani filmden bir kişi kazançlı çıkmış hiç değilse! Türkiye benden nefret etti ama o ailenin kahramanı olmuşum bir şekilde!
İMRALI'DAN SANDALLA KAÇTIM,
EDİRNE'DEN YUNANİSTAN'A YÜZDÜM
Gerçek kaçış hikayeniz neydi peki? Nasıl kaçtınız İmralı’dan?
Tutuklular İmralı’da bir konserve fabrikasında çalıştırılıyordu. Malları tekneler getiriyordu. Bir akşam fırtına çıktı ve tekne dönemedi, açıkta kaldı. Ona bağlı bir de ufak sandal vardı. Gözümü ona dikmiştim o gün. Hapishanede bir gece sayımı olurdu, bir de gündüz. Hapishanenin gardiyanlara sürekli rüşvet veren sağlam kabadayıları vardı. Kral hayatı yaşardı bunlar. Akşamları aşağıdaki barakaya inip domino oynarlardı. Gardiyanlar da gece sayımından muaf tutarlardı onları. Bu kabadayılar beni çok seviyordu. O akşam barakada onlarlaydım. Gardiyanlar da bunu biliyordu. Ama ben çok kalmadım ve kimseye gözükmeden sahile indim. Yüzerek o sandala gittim ve çaldım. Mudanya’ya kadar 25 km kürek çektim. Mudanya’dan minibüse binip Bursa’ya, oradan otobüsle İstanbul’a geldim.
Gündüz sayımı vakti gelmedi mi bu arada?
Gündüz sayımı vakti gelip de beni göremeyince barakalara bakmışlardır herhalde. Sonra da adayı aramışlardır. Onlar karşı sahilde sandalı bulup yetkililere haber verene kadar ben zaten Bursa’ya varmıştım. İstanbul’a geldiğimde hapisten bir arkadaşımın çalıştığı oteli bulup otelin mahzeninde bir hafta saklanmayı planlıyordum. Ama otele gittiğinde arkadaşımın Afganistan’a gittiğini öğrendim. O yüzden Yunanistan’a geçmeyi planladım. İstanbul’dan Edirne’ye geçtim ve oradan da yüzmeye karar verdim.
Edirne’den Yunanistan’a?
Evet. Yüzdüm de. Meriç Nehri’ni geçmiştim Yunanistan’a ulaşmak için. Türkleri sevmeyen Yunanlıların beni asla Türkiye’ye iade etmeyeceğini biliyordum. Yüzerek yasaklı bir askeri bölgeye çıkmışım, askerler bana silah doğrulttu. Bir şeyler söyleyip bağırıyorlar. Ne dediklerini anlamıyordum. İyi Türkçe konuşuyordum. Öyle anladım Yunanca konuştuklarını ve ‘Başardım’ dedim! Beni 12 gün Selanik’in dışındaki ormanlarda bir hücrede tuttular. O arada Yunan hükümeti benimle ne yapacağını düşünüyordu. Ama geri gönderilmeyeceğimi biliyordum. Sonunda beni Yunan gençleri üstünde kötü etki bıraktığım sebebiyle yolladılar. Babam para yollamıştı, Amerikan Konsolosluğu da yeni bir pasaport vermişti Selanik Havaalanı’nda. Önce Amsterdam’a oradan da New York’a geçtim.
Garip gelecek ama sokaklarda yüzümde öyle bir gülümsemeyle yürüyordum ki umrumda bile değildi. Orada kaldığım 4 günde genelevlerin önünden geçtim onlara bile girmedim, öyle bir mutluluk yaşıyordum ki zaten. Uyuşturucu da kullanmadım. Zaten ruhen ve fiziken öyle uyarılıyordum ki… Sokaklarda yürürken yanımdan geçen kadınların parfüm kokusu hapishanenin berbat kokusundan sonra çok iyi geldi.
Amerika’ya döndüğünüzde ne oldu?
New York’a uçtum. Uçak indiğinde beni gümrükten bile geçirmeden içeri aldılar. Kendi kendime “Sakın ha düşünme bile bunu” diyordum.
Neyi düşünme?
Gümrükten bile geçmedim, üstümde kilolarca haşhaş olabilirdi ve paçayı kurtarırdım!
Ciddi misiniz?
Evet…Sonra kapılar açıldı, ailemi gördüm ve onlara sarıldım. Müthişti. 100 kişilik basın grubu bekliyordu beni. 20 dakika sorularını cevapladım. Konuşurken bir ara elimi cebime atmışım, cebimden madeni Türk parası çıktı. Babam bunu görünce “Dua et de o parayı harcama şansı hiç bulma” dedi.
YAKALANMASAYDIM TEKRAR YAPARDIM
Amerika’ya eve vardığınızda yapmak istediğiniz ilk şey ne oldu?
Eve cuma döndüm ve pazartesi hemen kitabı yazmaya başladım. Tek istediğim buydu. Benim tedavim oldu o kitap.
Bütün bu olaylar yaşanmasaydı ve Billy Hayes o haşhaşla bir kez daha ABD’ye geri dönebilseydi şu an ne yapıyor olurdu?
Büyük ihtimalle o zaman yaptığıma benzer bir şey yapıyor olurdum. Eğer dördüncü İstanbul seferimde yakalanmasaydım beşinciyi yapacaktım nasılsa. O zaman yakalanmasaydım da başka bir yerde yakalanırdım. Çünkü hareketlerimin sorumluluğunu almıyordum. Keyfimin peşinde dolaşıyordum dünyada. Bu durum kötü yerlere götürdü beni ve aniden kendimi tutuklanmış buldum. O zaman bile ailem duymadan ben bu işten kurtulurum diye düşünüyordum. İkinci günümde konsolosluktan bir adam gelip aileme mektup yazmam için kalem kağıt verene kadar da anlayamamıştım. O zaman artık gerçeklerle yüzleşmem gerektiğini anladım. Sadece kendi hayatımı değil ailemin hayatını da mahvetmiştim (Gözleri doluyor ağlamamak için zor tutuyor kendini). Ailem yıllarca acı çekti. Ben ailemi 5 yıl hapse düşürdüm. Kafama dank etmesi için başıma böyle bir şeyin gelmesi lazımmış. Bunların hiçbiri olmasaydı da muhtemelen sanatla ilgili bir şey yapıyor olurdum. Çünkü hep bununla ilgilendim. Yazıyordum zaten.
Şu an ABD’de birçok yerde tıbbi marihuana yasal. Kullanıyor musunuz?
California’da yaşıyorum ve tıbbi marihuana kartım var, kullanıyorum evet.
Bunca yıl sonra Türklere ne söylemek istersiniz?
Sebep olduğum acı için üzgünüm. Bu 40 yıldır onları etkiliyor ve hâlâ devam ediyor. İnsanlar hâlâ Geceyarısı Ekspresi’nde gördükleri Türkiye imajının gerçek olduğunu düşünüyor. Filmin bütün yükü insanlara ve Türkiye’ye kaldı. Çok üzgünüm. Ben sorumluluğumu kabul ediyorum ama bu filmde karar verme mekanizmasında olan herkesin de sorumluğunu kabul etmesi gerekiyor. Ne benim hapishane tecrübem ne de Türkiye doğru temsil edildi Geceyarısı Ekspresi’nde. Filmin gerçeklerle alakası yok.