Bu sayfalarda yer alan isimlerin tümüne Hürriyet Pazar aynı soruları yöneltti:
Erdoğan, Cumhuriyet’in ilk yıllarına olumlu,
Atatürk sonrası döneme ise halkla yönetim arasındaki bağın koptuğu bir süreç olarak bakıyor (Anıtkabir defterine son yazdıklarından hareketle). 10 Ağustos 2014’ü de bir dönüm noktası olarak ele alıyor. Bu, cumhuriyet tarihine adil bir bakış mıdır?
Erdoğan’ın, Atatürk’e, kendisinin içinden geldiği siyasi hareketin de alışık olmadığı derecede olumlu atıflarda bulunmasını nasıl değerlendirmeliyiz?
Türkiye’yi eski Türkiye ve yeni Türkiye diye ikiye ayırmak tarih metodolojisi açısından sağlıklı, doğru bir yöntem mi? Bu, tarihi yeniden yazma çabası mıdır?
Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Davutoğlu’nun tarih algılamaları birbiriyle tutarlı mı? Farklar varsa, bu ayrışmayı nasıl değerlendirmeliyiz?
Davutoğlu, “Tarihçiler bu dönemi, Türkiye’nin toparlanma ve restorasyon dönemi olarak yazacak” dedi. Siz bir tarihçi olarak aynı görüşte misiniz?
ERDOĞAN ÇANKAYA'YA DEMOKRASİ KÜLTÜRÜ SAYESİNDE ÇIKTI
Kemal Karpat, Wisconsin-Madison Üniversitesi
KİMDİR?
Sadece bir tarihçi değil; Cumhuriyet’le yaşıt, yaşayan tarih… Osmanlı’nın son yüzyılı ve Cumhuriyet tarihini ondan dinlemek ayrıcalık. ‘Osmanlı Nüfusu’ isimli eseri klasik mertebesine ulaştı. Wisconsin Üniversitesi Middle East Studies’te ders veriyor.
Erdoğan’ın ‘halkla yönetim arasındaki bağın tekrar onarıldığı’ yönündeki görüşünü ana fikir olarak doğru buluyorum. Türk siyasetini kendimi bildim bileli yakından takip ederim. AK Parti’nin kuruluşunu, Tayyip Bey’in buradaki rolünü inceledim ve aşağı yukarı iki sene öncesine kadar hemen her şeyi olumlu buldum. Atatürk’ün ölümünden sonra devlet ve halk arasında kopukluk yaşandı. Her ne kadar Atatürk döneminde, o ve onun etrafındaki elit devleti idare etmişse de Atatürk her zaman millet ve millet bütünlüğünü ileri sürerek, kendisinin, devlet ve hükümetin milletin hizmetinde olduğunu ifade etti. Atatürk bir elit zümre ortaya çıkarmış olabilir ama rejim hiçbir zaman elitist davranma amacında değildi. Büyüklüğünü iyi anlamak lazımdır Atatürk’ün: Vizyon sahibiydi ve modern bir millet yarattı. Ancak Atatürk öldükten sonra, 1920’lerde, 30’larda Cumhuriyet’in yetiştirdiği yeni bir kuşak iktidara gelince başlarında Atatürk gibi bir lider bulamadılar. Laikliği yanlış anlayıp temel halk kültüründen uzaklaşmalarıyla bir kopukluk yaşandı ve adeta halkı idare etmek için yaratılmış bir kuşak olduklarını ileri sürerek halk ile devlet arasındaki bağları gevşettiler. Erdoğan ve AK Parti yavaş yavaş halka yakınlaşarak, halk kültürüne sahip, halk içinden çıkmış, bir dereceye kadar halkın duygularını, arzularını temsil eden kimseleri iş başına getirdiler. Bu işi yaparken laikliği yok etmeyen, laikliğin yanlış anlaşılan bazı yönlerini tamir ederek halk kültürüne yaklaştılar. Zaten bu kültürle yetişmişlerdi. Erdoğan’ın yapmak istediği bütünleşme ile Atatürk’ünkü eninde sonunda aynı hedefi göğüsledi. Atatürk’ün ‘millet’ vurgusu öne çıkarken, Erdoğan’ın içerik itibariyle olmasa da şeklen din vurgusu güçlü.
Olumlu atıflar yapması, Erdoğan’ın pragmatik, pratik görüşlü bir insan olduğunu gösterir. Ülkenin muhtaç olduğu birliğin Atatürk’ün ismi, vizyonu ve hatırasından geçtiğini anladı. Ne dereceye kadar Atatürkçü’dür bilemem ama politik olarak bence doğru bir tutum; yeter ki geçici bir manevra olmasın. Türkiye’de bugün Atatürk’ü inkâr ederek bir yere varamazsınız. Ülkede büyük bir kitle Atatürk’e kendinin bir evladı olarak bakıyor; ‘Gazi’ sıfatıyla, kendi özüyle görüyor; ona bağlanıyor. AK Parti ve Erdoğan’ın üstünden geldiği bir başka konu ekonomik gelişme. Aksi takdirde, bu kopukluğun birleşmesi işi suya düşerdi. Türkiye’de belki 250 seneden beri görülmemiş bir olay gerçekleşti; son 15 yılda bir ekonomik kalkınma yaşandı; orta sınıf genişledi, gelir arttı ve eskiden modern yaşayışı bir
rüya gibi gören insanlar bu yaşayışa kavuştu. Bir yerde demokrasiye bağlanıyor bu refah. Şimdi AK Parti ve Tayyip Bey’in belki pek iyi anlayamadıkları yahut da ifade etmek istemedikleri husus şu: Gerek AK Parti’nin devlet ve toplum arasındaki kopukluğu gidermesi gerekse de ekonomik gelişmeyi sağlaması demokrasi sayesinde olmuştur. Lafta kalan bir demokrasi değil bu. Hiç olmazsa 2010’daki referanduma kadar Türkiye’ye gerçek manada demokrasi getirme çabasıdır. Erdoğan’ı Erdoğan yapan hatta bugün cumhurbaşkanlığı makamına getiren de o çabadır. 2010’dan sonra aksi yönde birtakım emareler var ama halen düzeltilebilir.
Bunlar biraz propaganda mahiyetinde. Türkiye’de demokrasinin gelişmesini de, AK Parti’nin iktidarını da daha önce atılmış temellerden ayıramazsınız. Kalkıp da “Yeni bir Türkiye kuracağız” demek pek gerçeklere uygun olmadığı gibi belki de bazı niyetlerin değişik bir ifadesidir. Birinci, ikinci, üçüncü cumhuriyet lafları gibi niyetler...Temeli olmayan basit şeylerdir bunlar. Bir ülke, bir toplum değişikliğe uğrar ama temel yörüngesi etrafında uğrar. Türkiye’de yapacak çok iş var ama bunların başında demokrasiyi güçlendirmek geliyor. Kişilere muhalif de olsa destekçi de olsa emniyet vermek geliyor. Eski Türkiye’yi yok edip yenisini kurmak bir partinin, bir grubun, belki bir kişinin düşüncelerine göre, ekonomik ve sosyal yeni bir yapı yaratmak anlamına geliyor. Devamlılık ve değişim beraber yürümelidir. Bir toplumun sıhhati bu ikisini bağdaştırmaktan geçer. “Yeni bir Türkiye kuracağım” demek maharet değil. Mevcudu güçlendirmek daha uygun.
DEMOKRASİDEN SAPILIRSA HALK ALAŞAĞI EDER
Kesin bir şey söylemeye şimdilik imkân yok. Davutoğlu’nda tarihi biraz derine inerek, detaylarıyla kavramaya çalışan bir anlayış var. Biraz kitabidir. Tayyip Bey’in anlayışıysa bir siyasetçi anlayışıdır.
Seçim kampanyalarında geçerli olan fikirleri ileri sürmektir. Bazı zamanlar onun söylediklerini ben çok olumlu karşılıyorum. Devlet ve halk ayrımı meselesini çok iyi kavramış mesela. Hatta “Bu konuda Davutoğlu’ndan çok daha keskin bir kavrayışı var” da diyebilirim. İkisinin farklı anlayışlarının Türkiye’nin geleceği için önemi yok. Ama tarihten ders almaları zaruri. Örneğin Arap dünyasına dayanarak Türkiye’nin geleceğini tasavvur edemeyeceklerini geçmişe bakarak görmeliler. Dostluk ayrı beraber siyaset gütmek ayrı. Türkiye, kendi benliğini koruyarak Batı’nın parçası olmaya devam etmelidir.
Genel olarak katılıyorum da bu restorasyonun ne olduğu, nasıl olacağı ve kimler tarafından yapılacağı konularında herhalde aramızda bazı farklar var. Ama Sayın Davutoğlu’nun restorasyondan ne anladığını bilmediğim için üzerinde durmak istemiyorum. Benim anladığım Türkiye’nin temel kültürüne özüne kavuşmasıdır, kültürel yabancılaşmanın önlenmesidir.
Türkiye, beğenin beğenmeyin 1919- 1923 arası büyük değişim geçirdi. Fransa’da, Rusya’da yaşandığı gibi ani, şiddetli bir değişim oldu. Oralarda eski rejimin bazı unsurlarının yeniden tesis edildiğini gördük. Fransız Devrimi’nden sonra krallık yine kurulmuştu. Ya da bugün Putin, Çar’dan daha güçlü. Bizde yaşananları tersine çevirmeye gerek yok. Bizde kırk seneden beri değişim zaten yaşanıyor. Ama oldukça zararsız bir şekilde. Aslında bu durum beni de hayrete düşürüyor. Türkiye zaman içinde aşırılıklarını tamir ediyor; halk kendi kimliğini buluyor. Ama unutulmasın bu halk, demokrasi sayesinde gün gördü. Onun için Türkiye’de restorasyona lüzum yok toplum kendi aşırılıklarını törpülüyor zaten. Ben 1946’dan beri bu konuları inceliyorum. Bunları “Şunun aleyhine bunun lehine olsun” diye söyleyen biri değilim. AK Parti ve Cumhurbaşkanı onu devlet başkanı ve hükümet yapan güçleri daha iyi anlayarak hareket etmeli. Demokrasiden sapmamalı. Aksi takdirde onları oraya çıkaran halk, alaşağı da edebilir.
TARİH YAZMA İDDİASININ TARİHLE İLGİSİ YOK
Edhem Eldem, Boğaziçi Üniversitesi
KİMDİR?
Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü’nde öğretim üyesi. Tek bir sokaktan, kırık dökük bir mezar taşından geçmişi çıkartan bir akademisyen. Osmanlı iktisat ve ticaret tarihi konularında uzman. ‘Osmanlı Bankası Tarihi’ isimli eseri ses getirdi.
Siyasetçilerin en büyük özelliği, tarihe kendi güncel siyasi kaygılarının açısından bakmaları ve kendi ideolojik yönelimlerine göre değerlendirip anlamlandırmalarıdır. Dolayısıyla ‘dönüm noktası’ türünden iddialar tarihle alakası olmayan siyasi bir retoriğin tezahürüdür. Keza ‘tarih yazmak’ iddiası, siyasi jargonda çok kullanılan ama aslında tarihle yakından uzaktan bir ilgisi bulunmayan siyasi bir söylemdir ve öyle de algılanmalıdır. Devrim niteliğindeki çok istisnai dönemler dışında yenilik ve değişiklik iddiaları genellikle çok daha baskın devamlılıklara işaret etmektedir. Türkiye’de siyasetçiler her zaman geçmişi diledikleri ve ihtiyaç duydukları gibi sunmayı bilmişlerdir.
HERKES KENDİ ALTIN ÇAĞINI İCAT EDİYOR
Esasen muhafazakâr olan, belli tutku ve takıntıları bulunan bir nüfusun da genel olarak tarih konusunda, özel olarak da kutsal ve değerli saydığı bazı kişilik ve simgeler konusundaki hassasiyetini de bilince, bu tür tarihi kurguların getirisi o nispette artmaktadır. Zaten Türkiye’deki en büyük sorunlardan biri de siyasi mücadelelerin gelecekten çok geçmiş üzerinden yapılmasıdır. Her taraf kendi altın çağını icat edip referans olarak kullanmakta, karşı tarafı da buna dayanarak itham etmektedir. Sonuç olarak siyasi söylemde geçen tarih referanslarıyla mümkün mertebe bilimsel bir yönteme dayanan tarih disiplinini karıştırmamak, birini diğerinin kıstaslarıyla ölçmemeye çalışmak daha doğrudur. Bir tarihçi olarak en büyük ümidim, ülkemizde tarihin siyasi bir malzeme haline getirilmekten kurtulup gerçek bir ilgi ve bilgi alanına dönüştüğü günü görebilmek.
TARİHİN NE YAZACAĞINI ŞİMDİDEN BİLEMEYİZ
İlber Ortaylı, Galatasaray Üniversitesi
KİMDİR?
Türkiye’de tarihi kitlelere sevdiren tarihçi. En bilinen eseri ‘İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı’ yıllarca elden düşmedi. Topkapı Müzesi’nin müdürlüğünü 7 yıl yürüttü; şu an Galatasaray ve Bilkent üniversitelerinde hukuk tarihi derslerine giriyor.
Kimse ne olacağını bugünden bilemez. Cumhurbaşkanının ne yapacağını söylemek için çok erken, inşallah görürüz. Eski Türkiye-Yeni Türkiye diye ayırmayı doğru bulmuyorum. Tarihin ne yazacağını şimdiden bilemeyiz.
12 YILLIK İKTİDARDAN SONRA TÜRKİYE'YE BİR RESTORASYON SÖZÜ VERMEK TUHAF
İlhan Tekeli, ODTÜ
KİMDİR?
Sosyal bilimlerin neredeyse her alanında eser veren bir fikir adamı. Esas alanı şehir planlama; en tanınan eseri ‘Türkiye’de Kentleşme Yazıları’. Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı’nı kurarak gelecek kuşaklara bir fikir platformu hazırladı.
Cumhuriyet’in ilk yıllarına olumlu, Atatürk sonrası döneme halkla yönetim arasındaki bağın koptuğu bir süreç olarak yaklaşan bakış açısı yeni değil. Genellikle Türkiye’de sağ siyasal söylem yıllardır bunu yapıyor. CHP’yi kötülemenin bir yolunu, Atatürk dönemini ayırarak, daha sonrasını eleştirerek yapıyorlar. Bu bir siyasetçinin araçsal bir değerlendirmesidir. Bu tür görüşlerde adalet aramak boşuna bir çaba olur.
Kanımca AKP duygudaşlık yaratmaya dönük bir siyaset yapmaktadır. Bunun için de söylemlerini, anlık öznel duygulara dayandırarak postmodernist bir yapıda kurmaktadırlar. Değişik tarihlerdeki söylemleri arasında bir iç tutarlılık kaygısı taşımamaktadırlar. Oy hesaplarına dayanan bir araçsallık ön plana çıkmaktadır. Böyle bir bakış açısında yaklaşıldığında, Erdoğan’ın Atatürk’e olumlu atıflarda bulunan söylemi ancak Atatürk’ün Türkiye’de hâlâ çok sevildiğinin bir kanıtı olarak görülebilecektir.
12 yıllık iktidardan sonra Türkiye’yi ‘eski’ ve ‘yeni’ Türkiye diye ayırmanın nesnel bir dayanağı olduğunu düşünmüyorum. Genel olarak, içi doldurulmamış bir ‘yeni Türkiye’ kavramı siyasal iletişim açısından olumlu bir illüzyon yaratmak yolu olarak görülebilir. Ama günümüz Türkiyesi’nin siyasal pratiğinde ‘yeni Türkiye’ kavramının hukuk devleti kuralları dışında yaratılan emrivakilere meşruiyet kazandırmak ve Erdoğan’ın çok istediği başkanlık rejimine geçiş için dayanak oluşturmak için kullanılmakta olduğunu düşünüyorum.
Şu ana kadar verdiğim yanıtlar, Erdoğan’ın siyasal kamu alanında ifade ettiği tarih söylemlerinin büyük ölçüde araçsal olduğu üzerinde durdu. Davutoğlu’nun tarih söylemlerinin niteliği konusunda henüz oluşmuş bir yargım yok. Ama karşılaştırma yapılacak görüşlerden birinin bile araçsal olduğunun saptanması, böyle bir karşılaştırmayı anlamsız kılmak için yeterlidir.
12 yıllık iktidardan sonra Türkiye’ye bir restorasyon ve toparlanma dönemi sözü vermek, bana tuhaf geliyor. Bu söz içinde on iki yıllık dönemin eleştirisini barındırıyor gibi geliyor, bu ancak muhalefetin söylemi olabilir. Tabii Cumhurbaşkanı’nın ‘yeni Türkiye’ önerisiyle, Başbakan’ın ‘restorasyon’ önerisinin bağdaştırılması da herhalde çok zor olacaktır. Ama siyasal stratejiniz içinde iç tutarlılık kaygısı taşımıyorsanız bu sizin sorununuz olmaz.
ATATÜRK KONUSUNDA KİMSE GERÇEĞİN TAMAMINI SÖYLEMİYOR
İsmail Kara, Marmara Üniversitesi
KİMDİR?
Muhafazakâr düşüncenin önde gelen entelektüellerinden. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde derslere giriyor. Doktora tezi ‘İslamcılara Göre Meşrutiyet İdaresi’ydi. Türkiye’de İslam tarihi ve felsefesi konusunda kaynak eserler yazdı.
Bence tam değil. Sayın Erdoğan’ın ilk Meclis’e yaptığı vurgu doğru ve yerinde. Sonrası için en azından MSP çizgisinin ve kendisinin de içinden geldiği 1946 sonrasını ayırması uygun olurdu. Belli ki CHP-tek partiye karşı muhalefeti kuvvetlendirmek ve Menderes-Özal-Erbakan üzerinden demokrasi vurgusunu artırmak için söylem böyle kuruldu. İlk defa cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi üzerinden bir açıklama arayışı da var, ama o zaman Atatürk dönemi de dışta kalıyor. Ayrıca demokrasi mücadelesi ise sözkonusu olan Özal’ın orada hiç yeri yok. Hem siyaset yapmak hem de yakın tarihe adil bakmak Türkiye’de hâlâ zor bir iş. Cumhuriyet ideolojisinin tarihle mücadele halinde oluşu bunun ana sebeplerinden biri. Neticede herkesin tarihi kendisine ışık tutuyor gibi, diğer taraflar karanlık.
Atatürk dönemi derken ya açıkça veya zımnen aslında Birinci Meclis dönemini kastediyor gibi, tek parti yıllarını değil. Geldiği çizginin Atatürk vurgularına alışık olmadığı ifadesi de tam doğru değil. Erbakan bağımsızlık meselesini öne çıkararak “Atatürk yaşasaydı RP’li olurdu” bile demişti. RP döneminde Anıtkabir ziyaretlerine de başlamıştı. Halbuki MSP döneminde ayırt edici özelliklerinden biri Anıtkabir’e hiç gitmemesiydi. Çok bilmiş gazeteciler Mehmet Ali Aybar’a, biraz da TİP’i mahkûm etmek için ‘Atatürk hakkında ne düşünüyorsun diye sormuşlar’, “Uzun gençlik yıllarımda İstanbul Boğazı’nda bana yabancı savaş gemisi göstermemiş olmasından dolayı kendisine müteşekkirim” demiş. Teşekkürü bununla ilgili ve sınırlı yani.Mesele şu: 27 Mayıs ve özellikle de 12 Eylül İhtilali Atatürk ve Atatürkçülük meselesini bir savaş ve samimiyetsizlik alanına dönüştürdü, herkes için. Koruma Kanunu da samimiyetsizliğin gerekçesi. Bugün Atatürk konusunda kim ne diyorsa kendisi açısından gerçeğin tamamını söylemiyor, söyleyemiyor.
Ayrımları bir şeyi anlamak için yaparız, mutlaklaştırmak için değil. Türkiye’nin yakın siyasi tarihindeki eski ve yeni ifadeleri daha ziyade bir jargondur ve ideolojiktir. Benzerlikleri değil de farklılıkları abartarak öne çıkarır. Halbuki tarih yeniliklerin, devrimlerin yaptığı büyük değişmelere rağmen tekerrürden ibarettir. Bugün olduğu gibi. Yalnız Soğuk Savaş sonrasında Türkiye’nin yeni bir döneme girdiğinden şüphe yok. AK Parti tecrübesi ve İmam Hatip Okulu mezunu biri olarak sayın Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olması da bu yeni dönemin tezahürlerinden. Önemli olan yeni kelimesine nasıl ve hangi düzeyde bir değer yükleyeceğimizdir. İyi mi kötü mü, doğru mu yanlış mı, Türkiye’yi taşır mı taşımaz mı? Ben tektip ve tek cevaplı bir değer yüklemeyi doğru bulmam. Tarihi yeniden yazmaya gelince, doğrusu keşke olsa derim, buna ziyadesiyle ihtiyacımız var. Elbette ciddiyetle, soğukkanlılıkla, kendilik bilgisini artırarak.
İki kademeye ayırmak lazım: Tarih hissiyatı düzeyinde yakınlar fakat bilgi ve yorum düzeyinde mesafeliler. Bu da normal, biri siyasetten biri üniversiteden geliyor. Ama aktif siyaset içindeki ortak tecrübeleri onları tarih anlayışları itibariyle bir diğerine karşı daha anlayışlı, daha tanıdık hale getirdi. Doğrusu ben tarih konusunda kopuk değilse de mesafeli kalmalarını tercih ederim, çünkü mesafe hem onlar hem de bizim için imkânları ve alternatifleri artırıcı bir şey.
Sayın Başbakan bilgili ve iradeli bir insandır, sözünün tahakkuk etmesi için çaba sarfedecektir. İnşallah da öyle olur. Zaten Türkiye şuurlu ve kesintisiz bir geriye dönüş yaşamalıdır, bugünden, şimdiden başlayarak. Yoksa ileriye doğru devam etme irademiz ve kapasitemiz giderek zayıflama tehlikesiyle karşı karşıya. AK Parti dönemi ve icraatları da bazı bakımlardan restorasyona tabi olmalı.
CHP NASIL SAĞA GİDİYORSA, AKP DE SOLA GİDİYOR
Ahmet Kuyaş, Galatasaray Üniversitesi
KİMDİR?
Galatasaray Üniversitesi Türkiye Üzerine Toplumsal İncelemeler Programı’nda ders veriyor. Cumhuriyet’in kuruluş yıllarını gün gün, hatta saat saat bilen bir tarihçi. Tarih yayıncılığı alanında yıllardır emek harcıyor.
Recep Tayyip Erdoğan bugün halkoyuyla seçilen bir cumhurbaşkanı ama bir önceki cumhurbaşkanından farklı görevleri yok. Bundan sonra olur mu, onu gelecek gösterir, bir şey diyemeyiz. Yani birçok değişik insan birçok değişik tarihi dönüm noktası olarak gösterebilir. Bunun ‘adil’ olup olmadığı doğru bir soru değil, “sübjektif” der geçersiniz. Ben şahsen bir dönüm noktası olarak görmüyorum. Demokrat Parti’nin iktidara geldiği 14 Mayıs 1950’ye ‘Beyaz İhtilal’ dendi mesela; halk o gün ilk defa kendi oyuyla iktidarı değiştirebileceğini görmüştü. Ama DP iktidarı daha mı az baskıcı oldu? DP’nin iktisat politikası 1946-50 arası CHP politikalarından farklı mıydı? NATO ve Batı ile birleşme açısından CHP İle DP arasında bir fark var mıydı?
Bu o kadar şaşırtıcı değil. Yıllar önce Necmettin Erbakan da “Atatürk yaşasaydı Refah Partili olurdu” demişti. Atatürk hemen herkes için büyük anlam taşıyor; onu nefretle anan ancak çok küçük bir grup var. Reformları, Cumhuriyet’i sevmeyenler bile, Atatürk’ü İstiklal Savaşı’nı yapıp memleketi düşmandan kurtaran adam olarak sever. Dolayısıyla, onun geleneğinden gelmeyen bir insanın dahi Atatürk için olumlu sözler sarf etmesi normal. İkincisi, AKP son zamanlarda sandıklarda yüksek rakamlar elde ediyorsa da temelde ciddi bir meşruiyet kaybı yaşadı. İçeride eleştirilere verilen yanlış tepkiler, dışarıda hem Batı dünyası hem Ortadoğu’da ilişkilerde hatalar, aşırı İslamcı hareketlere çanak tutulması, bu meşruiyet kaybına yol açtı. Partide de kaynaşmalar oluyor. Bu bakımdan, sıkıntıya düşmüş bir partinin Atatürk’le meşruluk kazanmaya çalışması şaşırtıcı değil. CHP nasıl sağa gidiyorsa, Erdoğan’ın AKP’si de ‘sola’ gidiyor. Türkiye, Demokrat Parti’nin yönettiği, ancak yüzde 50’si okuma yazma bilen bir ülke değil artık. Halkı ikna etmesi lazım. Öte yandan, genel anlamda Erdoğan ile Adalet ve Kalkınma Partisi İslamcı değil; Cumhuriyet ile alıp veremedikleri bir şey yok. Erdoğan “Laiklik ilkesine anayasadaki biçimiyle sıkı sıkıya sarılmak lazım” da demişti. Şunu anlamak lazım; bu hareket mitosvari bir dünya görüşü üzerine kurulmuş bir hareketti. Ama 12 yıl boyunca iktidar olmak gibi bir ateşten gömlek giyerek çok şey öğrendiler. Tanzimat’ın, Hakimiyet-i Milliye’nin, Cumhuriyet’in bir süreklilik olduğunu iktidardakiler de anladı. Ayrıca bir siyasi parti olarak ne kadar işlerine yaradığını da gördüler.
“Tutarlı mı, değil mi” bir yana, ben onların tarih algılamalarının ne olduğunu bilmiyorum. Farklar varsa da o farkın ciddi bir şey olmadığı kanısındayım. Sonuçta Davutoğlu’nun başbakanlığa giden yolunu açan da Erdoğan. Siyasilerin tarihe ilişkin laflarını ya da kafalarında bir tarih çözümlemesi varmış gibi davranmalarını ciddiye almamak lazım. Bir gün başka, öbür gün başka konuşabilirler. Restorasyon meselesi de öyleydi. Bir kelime sarf etti Davutoğlu; ondan sonra yumuşattı. İlkin sanki Fransız Devrimi’nden sonra krallığın geri gelmesine benzer şekilde kullandı; ama ondan sonra yanına öyle şeyler ekledi ki, “Aa bu o demek değilmiş” haline geldi.
SİYASETÇİ YENİYLE DE ESKİYLE DE ÖVÜNÜR
Eski Türkiye, yeni Türkiye... Özal da “Çağ atladık” diyordu. Politikacılar hep böyle şeyler söylerler. “Ben yeniyim, iyiyim” derler; bu da normaldir. Ayrıca moderniteyle insanoğlunun çok garip bir ilişkisi var. Bazen size bir şey satmak isteyenler onu “Bugüne dek görülmemiş bir şey bu” diye pazarlarlar. Ertesi gün başka bir şirket, “Ey vatandaş, anneannenizin zamanındaki gibi tatlar veriyoruz size” diyerek satar malını. Siyasetçi de öyledir. Bazen “Size eski numaraları veriyoruz” diyecek; bazen de “Biz yepyeniyiz” diye övünecek. Bunları, “Bu ne biçim çelişki” diye yorumlayamazsınız.
Ben katılmıyorum. Bu dönemde bazı açılardan çok geriye gittik. Özellikle benim mesleğim olan eğitim-öğretim açısından Türkiye korkunç bir yara aldı ve önümüzdeki yıllarda bundan çok çekeceğiz. Bir yenilik olduğunu sanmıyorum. Öte yandan “Büyükbabaları ya da büyük büyükbabaları okuma yazma bilmeyen insanlar artık milletvekili, bakan falan oluyor” deniyorsa; “Doğrudur” derim. Ama onu da Cumhuriyet’e borçluyuz. Kendileri de bunu yavaş yavaş öğrendi. İktidarda çok şey öğrendiler. Daha da öğrenecekleri var sanırım.
MUHALEFET ESKİ DÖNEMİ GERİ GETİRME MİSYONUNU ÜSTLENMEDİ
Cem Emrence, Binghamton Üniversitesi
KİMDİR?
Türkiye’nin yeni kuşak sosyal bilimcileri arasında öne çıkan bir isim. Geç Osmanlı ve Cumhuriyet tarihi alanlarında art arda verdiği eserleriyle tanındı. ‘99 Günlük Muhalefet-Serbest Cumhuriyet Fırkası’ isimli eseriyle dikkat çekti.
Tarihte dönüm noktası, süreçlerin farklı bir şekilde akmaya başladığı anları temsil eder ve ancak sonradan bilinebilir. Zira, çoğu zaman toplumsal aktörlerin bekledikleri kırılma gerçekleş
mez veya süreçler önceden hesaba katılmamış sonuçlar yaratır. Cumhuriyet tarihinde tek parti yılları, devlet-toplum bağlarının zayıf olduğu bir dönemi ifade eder. Bu durumun iki nedeni, toplumsal muhalefetin bastırılması ve ulusal bütünleşmenin sınırlılığı olmuştur. Vatandaşların birbirleri arasında ve cumhuriyet rejimiyle irtibatlarının güçlendiği dönem İkinci Dünya Savaşı sonrasıdır. Siyasal katılım, vatandaşı ilk defa devlet üzerinde söz sahibi yaparken, toplumsal örgütlenme özgürlüğü farklı grupların seslerini çıkarabilmelerinin önünü açmıştır. Günümüz Türkiyesi’nde var olan dini, etnik, sol, işçi ve öğrenci hareketlerinin kökenlerini bu dönemde aramak yanlış olmaz. Son olarak, vatandaşın devletin sunduğu hizmetlerden yararlandığı ve devletin gittikçe vatandaşın hayatında belirleyici rol oynadığı yılların 1960’larla başladığı unutulmamalıdır.Restorasyon dönemi vurgusu, modern Türkiye üzerine çalışan araştırmacıların bugüne kadar başvurdukları kavramsal bir çerçeve olmadı. Bunun çeşitli nedenleri olabilir. İlki, Türk devleti ve kurumlarında sürekliliğinin esas olmasıdır. Değişimin güncelleme yoluyla olması, muhalefetin eski dönemi geri getirme misyonu üstlenmemesiyle sonuçlandı. 1960 Askeri Darbesi’nden sonra ne CHP 1940’lara ait uygulamaları geri getirdi ne de Adalet Partisi iktidarı DP tecrübesinin tekrarı oldu. İkinci olarak Türkiye, Balkan Savaşları ile başlayan ve Kurtuluş Savaşı ile sona eren dönem haricinde büyük bir felaket ile karşılaşmadı. Bu anlamda bir toparlanma hareketinden söz etmek olası değil. Üçüncü olarak, erken Cumhuriyet’in geç Osmanlı dönemini restore ettiğini söylemek güç. Cumhuriyet bir proje olarak devletin, toplum ve uluslararası aktörlerle ilişkisini yeniden düzenlemeyi hedefledi. Bağımsız Türkiye şiarı ülkeyi çevresindeki çatışmalardan uzak tutarken, vatandaşlık söylemi -tüm kısıtlarına rağmen- bireyleri toplumsal aidiyetlerine göre sınıflamayı reddetti. Bu anlamda, Cumhuriyet’in geç Osmanlı mirasını bir kenara ittiği ve 21. yüzyılın başına kadar bu politikalarını sürdürdüğü söylenebilir.