Güncelleme Tarihi:
Siz bu filmi nasıl tarif edersiniz? Ne anlatıyorsunuz ‘Rüzgârda Salınan Nilüfer’de?
- Ülkenin çoğunlukla batı kentlerinde yaşayan, zengin insanlardan bahsediyor film. Eksik kalmış kültürel altyapısını, harcama yaparak doyurmaya çalışan bir kesim bu. İşte bu kesimden bir kadının üzerinden, bir kendini arama ancak bulamama hikâyesi anlatıyorum.
Bu kadını, yani ‘Handan’ı Songül Öden çok iyi oynamış. Aklına sürekli yeni bir fikir gelen, maymun iştahlı ama üretim hatta araştırma zahmetine bile girmeden bu fikri boşlayan, kendisi de boşlukta bir karakter... Kentli orta sınıfın yeni tarifi biraz da bu mudur?
- 2000’lerin başından itibaren bir iletişim ve dijital teknoloji dünyasına girdik. Her şey önümüze çok daha çabuk ve hazır geliyor. Para karşılığında tabii. Böyle bir dönemde insanların gittikçe kendilerinden uzaklaştığını, kendilerine ve çevrelerine yabancılaştıklarını düşünüyorum.
Bu yüzden mi hep yeni heveslerin peşinde koşuyoruz?
- Evet, bu kopuşun yarattığı boşluk, meşguliyetsiz insan için sürekli yeni bir meşgale bulma çabasına dönüşüyor. Ancak bu arayış, manasını çoktan kaybetti. Bu yüzden o insan, devamlı, tutarlılığı olmayan eylemler içinde buluyor kendini.
HAYATIMIZ BİR ‘FEED’ GİBİ AKIYOR
‘Handan’ bir işe heveslendiğinde “Biz de yaparız, hem yapan nasıl yapıyor” diyor. Bu sözler, bu dönemin sloganı olabilir mi?
- Olabilir galiba. Güvensizlikten ileri gelen anormal yapay bir özgüven var herkeste.
Bir süredir ‘Handan’a benzeyen insanlar epey arttı gibi, ne dersiniz?
- Bu aslında yeni bir durum değil ama son dönemde çoğaldığını düşünüyorum; bizi sona yaklaştıracak oranda çoğaldı hem de.
Ellerinde telefon veya tablet, birbirleriyle konuşmadan oturan çekirdek aile ya da arkadaşlar, çiftler... Bu iletişimsizlik tasvirini filminizde sıklıkla görüyoruz. Telefonlarla beraber hayatımıza giren bir klişe bu, bana biraz olsun aşıldı gibi geliyor; sizce geçerli mi halen?
- Bence de çoktan bir klişeye dönüşmüş durumda, yazarken de hissettiğim bir durumdu. Teknolojinin, insan evriminin bir parçası olduğunu düşünüyorum ve bu elektronikliğin bize olan etkisini henüz bir filmde anlamlandıracak kadar çözemedim. Bu oldukça katmanlı bir mesele çünkü insan teknolojiyle birlikte şekil değiştiriyor. Çok düşünüyorum bunu tarif edebilmeyi. Filmde bu kadar yer bulabilmesinin sebebi bu.
Çetin Altan ısrarla, ‘mesleksiz toplum’ olduğumuzu vurgulardı. Filmde hemen kimsenin elle tutulur bir mesleği yok... Bu boşluk hissinde, mesleksizliğin de bir payı var mı sizce?
- Ben de ‘meşguliyetsiz’ olarak ekleme yapmak isterim. İktidarların sürekli toplum mühendisliği hevesinde olmasından, bir de devlet mekanizmasının sürekli her şeyin üstünde tutulmasından, bireylerin kişisel gelişimlerinin ikinci plana atıldığı bir toplumda yaşıyoruz. Kendi farkındalığımızı, özgür irademizi geliştiremiyorsak biraz da bundan.
Rüzgarda Salınan Nilüfer
Meşguliyetsizlik de bundan mı çıkıyor?
- Evet, kendi farkındalığımızı geliştirebileceğimiz meşguliyetler yaratmak yerine kısa yoldan fikir sahibi olmaya veya düşünmeden davranmaya başlıyoruz. Başka bir şey daha var. Olayların akışını kendimizin dışındaki etkenlere bağlamak ve bunlardan sürekli beklenti yaratmak mesela... Bunların tümü bizim kültürel altyapımızı oluşturuyor gibi.
Peki sizce bugünü en çok ne temsil ediyor; filmdeki gibi telefon fonksiyonu karşılaştırmaları mı, konut reklamları mı? Yoksa tamamen farklı bir şey mi?
- Bugünün temsili bana göre hayatın bir ‘timeline’ veya ‘feed’ olarak akması. Sürekli algılarını beslemen gerekiyor ki hiçbir şeyden eksik kalma! Ama yaptığın herhangi bir şey eninde sonunda ‘timeline’ın diplerinde uçuşuyor. Boşluğa dönüşmüş harfler olarak...
‘Handan’ın kocası ‘Korhan’, kurnaz davranmaya çalışan, hımbıl bir adam... Hiç muhafazakâr görünmemesine rağmen, başörtülü bir de sekreteri var, siyasi bir eleştiri mi bu?
- Eleştiriden çok siyasi bir gereklilik olarak görüyorum. Muhafazakâr kesim iktidara geldikten ve sermayeye sahip olmaya başladıktan sonra; önceki cumhuriyetçi sermaye sahipleri muhafazakâr kesimle işbirliği yapmak zorunda kaldı. Bu yüzden var o karakter.
BU FİLMDE BİRAZ BEN DE VARIM
Ben bu filmdeki karakterleri resmederken biraz yargıladığınızı, hatta biraz ahlakçı bir noktaya ulaştığınızı düşündüm. Bu insanlara karşı biraz kızgınlığınız mı var?
- Kişilerin kendileriyle olan tanışıklıklarını nasıl bu denli es geçebildiğini anlatmak istedim. Burada mesele dürüstlük. Kendimize karşı dürüstlük kaybolduğunda, etrafa karşı da kayboluyor. Kendimizle olan bağımızı kaybettiğimizde doğayla olan ilişkimiz de kopuyor. Doğallığı sadece içtiğimiz limonatanın ev yapımı olup olmamasında arıyoruz. Burada bir sorun var o halde. Çünkü bu aynı zamanda kişinin kendisiyle olan mücadelesi. Yaşam boyu sürüyor bu mücadele. Bu anlamda ahlakçı olabilirim.
Seyreden herkes filmde, az veya çok, kendinden bir iz bulacaktır. Filmin aynı zamanda senaristi de olarak siz ne kadar varsınız bu karakterlerin içinde?
- Aslında anlattıklarımın bir kısmı kendimin de düzeltmeye çalıştığı durumlar. Kendimi çok ayıramam.
FİLMİMİ SEYREDENLERİN TEDİRGİN OLMASI BENİ MUTLU EDER
Seren Yüce, ilk filmi ‘Çoğunluk’la, Altın Portakal’da ‘En İyi Film’ ve ‘En İyi Yönetmen’ ödüllerini, Venedik Film Festivali’ndeyse ‘Geleceğin Aslanı’ ödülünü kazanmıştı.
İlk filminiz ‘Çoğunluk’ta da orta sınıfın bir başka kesimine dair ciddi gözlemleriniz vardı. Aslında iki filminiz de hafiften birer sosyoloji dersi gibi. Bu özellikle istediğiniz bir şey mi?
- Hiçbir zaman derin okumalar yapabilen biri olmadım. İki film de birçok durumu kendi üzerimden bulduğum, daha çok sezgisel çıkarımlardan ibaret.
‘Çoğunluk’un karakterleri muhtemelen sizin sinemanızı izlemeyecek insanlardı ama ‘Rüzgârda Salınan Nilüfer’dekiler, gerçek hayatta sizin seyirciniz olabilirler. Anlattıklarınızla onları tedirgin, huzursuz edeceğinizi düşünüyor musunuz?
- Tedirgin olmaları beni mutlu eder.
Peki siz ‘Çoğunluk’tan sonra beklentileri karşılayamama ihtimalinden tedirgin misiniz?
- Senaryoyu yazmadan evvel, evet biraz tedirgindim. Bu, koyulmuş olan çıtayı yukarı taşımaya çalışmaktan ziyade senaryoyu yazarken ‘o filmde yakaladığım hissi bir daha nasıl yakalayabilirim’in tedirginliğiydi.
Yakaladınız mı?
- Planlanamayacağını gördüm. Bu çok tasarlanarak yapılabilen bir şey değil bana göre. İstediğin kadar yaz, duygusunu seyredemiyorsan olmaz.
Gezi sonrasında, orta ve üst-orta sınıf temsilcilerinin anlatılageldiği gibi ‘boş’ ve ‘apolitik’ olmadığı söylenmişti. Siz bu filmde aksini söyler gibisiniz; ne dersiniz?
- Gezi sonrası Türklerle Kürtler arasında bir barış havası esmişti, seçimlere kadar sürdü bu, şimdi tekrardan Kürtler’den nefret ediyor bu orta sınıf. Film de bir kısırdöngüyü anlatıyor.
BENCİLLİK VE YALNIZLIK HER YERDE AYNI
Çekimler açısından ışıl ışıl, pırıltılı bir film bu. Neredeyse hep yaz ışığında, gündüz... Özel bir sebebi var mı?
- Var, yazın o ışıltılı enerjisinde mutsuzluk seviyesinin çok fazla etkilenmediğini göstermek istedim.
‘Çoğunluk’ta beton blokların içinde bir İstanbul izlemiştik, geniş caddelerin, kafelerin, bahçeli evlerin nispeten ferah İstanbul’una bakıyoruz yeni filmde. Ama yine de insanlar o mekânlarda rahat değiller, eğreti yaşıyorlar gibi. Neden?
- Bencillik ve yalnızlık her yerde aynı. Sebebi bu.