Güncelleme Tarihi:
Bu roman, arkadaşlarınızın “Sen bir roman yazıyordun, ne oldu” dedikleri türden bir roman mı?
- Biraz öyle sayılır. İki sene önce başladım bu romana. Uğraştım durdum.
Nasıl bir hikâye anlatıyorsunuz?
- Belgrad’da bir saray darbesiyle açılıyor roman. Birinci Dünya Savaşı’na giden yolu açan darbe bu. Avusturya Macaristan Veliahtı Franz Ferdinand’ın vurulması ve büyük savaşın başlaması, romandaki ‘Apis’ isimli karakterin Sırbistan’da kurduğu derin devletin marifeti zaten.
1914’ün bir adım öncesindeyiz yani.
- Tam da oradayız, evet. Tarihçi Christopher Clark’ın ‘Sleepwalkers’ isimli kitabı ‘Barış Makinesi’ için ilham kaynağı oldu. Onu okurken birdenbire kurulan, birdenbire milli şuura sahip olan bir ülkedeki, Sırbistan’daki bir zavallı teğmeni düşündüm. Yani işe ilk olarak kitabın ortalarında yer alan Dragan’la başladım. Sonra Türk ve Fransız karakterler geldi. İstanbul geldi. O sırada dünyanın merkezi sayılan; bizdeki aydınların da kopup kopup gittiği Paris geldi.
Tarihin dönüm noktasındayız ama büyük adamları yazmamışsınız.
- Savaştan ve barıştan bahsetmek istiyordum. Kahramanlarım dediğiniz gibi büyük adamlar değil ama tarihin kırıldığı anlarda önemli olayların çevresinde dolaşıyorlar.
Nasıl bir araya geliyorlar peki?
- Orası biraz tuhaf aslında. April Yayınevi’nin başındaki Egemen İpek, daha işin başında beni dinleyip dinleyip “Peki bu adamlar nerede buluşacak abi, Kuzey Kutbu’nda mı” diye sormuştu. “Yok” demiştim. “Manisa’da buluşacaklar.”
Hikâyenin kavşak noktalarından biri Manisa; Paris’e, Belgrad’a uzanan bir hikâye için ilginç bir seçim olmuş.
Şarttı. Çok şey orada şekilleniyor.... Mıknatıs özelliği gösteren Spil Dağı’nın etrafında.
HEM SOYLU HEM TEHLİKELİ BİR İŞ
Hınzır, maceracı bir kitap bu. Ama bizim aydın-yazar geleneğimizdeki ‘Doğu-Batı’ tartışması burada da mevcut. Bu soru bizim genetiğimizde mi var?
- Kitabın geçtiği dönemde bunu sormamak mümkün değil. Bütün imkânların kıyısında durulan bir dönem bu. Romandaki gibi bir barış makinesi fikri atılsa o zamanlar herkes inanırdı.
Hangi dönem bu?
- 1800’lü yılların sonları. Bilim ve metafiziğin iç içe geçtiği tuhaf ve inandırıcı bir dönem. O zaman her şey mümkündü. Bugün bir barış makinesi yapılsa kimse umursamaz.
Elektrik dalgalarıyla barışı sağlayacak bir makine... Bir çeşit toplum mühendisliği, değil mi?
- Onu tartışmaya çalışıyorum bir yandan da; toplum mühendisliği mi gerekli yoksa insanların kendi iradesiyle evrilmesi mi? Kitaptaki karakterlerden biri topluma müdahale etmek gerektiğini savunuyor. Herkes düşünür bu tavrı; iyi ve kötü yanlarını tartar.
Nasıl bir tavır bu?
- ‘Adam etmeci’ bir tavır. Ben bunun hem sakat bir tarafı olduğunu görüyorum hem soylu bir yanı olduğunu düşünüyorum. İkisi aynı anda mevcut.
Soyluluk nerede bu tavırda?
- Çünkü dünyayla da derdi var. Yapmak istiyor, değiştirmek istiyor. “İyi olsun” istiyor.
Ama çok da tehlikeli...
- Tehlikeli, evet. Ama “Toplum mühendisliği çok kötüdür; Jakobenler çok kötüdür” diye elimin tersiyle de itemiyorum. Orada naif ve iyi bir niyet de var. Çok tehlikeli ve olumsuz sonuçlara yol açabilecek bir iyi niyet.
GEZİ’DEN SONRA DA BİR KÜSKÜNLÜK HALİ VAR
Ben karakterlerden Arif’i sevdim; hem her şeyin farkında hem de kaderci...
- Onu çok sempati duyarak yazdım. “Yenildiğim doğru ama yanıldığım doğru değil” diyen biri Arif. Tavrı bu. Ben de biraz daha ona yakınım galiba.
Sanki küsmüş de dünyanın gidişatını artık umursamıyor gibi..
- Büyük travmalardan sonra küskünlük oluyor ya... Biraz öyle. 12 Eylül’den sonra bizde olmuştu.
Gezi’den sonra da oldu mu?
- Yazarken bunu düşünmedim ama Gezi’den sonra da bir küskünlük hali var.
“Osmanlı’da zaman çok uzundu, canımız çok sıkılıyordu; biz de hep sohbet ederdik” diyerek toplumu eleştiriyor bir karakter.
- Ahmet Rasim’in anılarında okumuştum. Evi Haliç civarında ama gözü sürekli Beyoğlu’nda Rasim’in. Işıklar içindeki Beyoğlu’nu merak etmekten uyuyamıyor. Kaçıp kaçıp oraya gidiyor; sonra da kendi uyuyan mahallesine dönüyor. Bir arada kalmışlık hali var. Bu huzursuzluk Refik Halit Karay’da da var örneğin. Zaman değişmiş, hızlı bir tempoya geçilmiş ama sen ağır ağır gittiğini hissediyorsun. Sohbet ediyorlar sadece. Duruyorlar, konuşuyorlar, adını koyamıyorlar.
“Biz meraksızdık” diyor aynı karakter. “Donmuş toprak gibiydik.”
Evet, akvaryumdaki balıklar gibi... Sadece bir uğultu duyuluyor. Çoğunluk kulak tıkıyor uğultuya.
Halen mevcut mu bu meraksızlık hali?
- Mevcut ama şimdi başka bir uğultu daha var. İktidardan gelen söylemin uğultusu... Sürekli tekrar ediyor; her sesi bastırıyor. Sen de içine kapanıyor, o sesi duymak istemiyorsun.
BABAMLA İLİŞKİMİ KAFAMDA ÇOKTAN ÇÖZDÜM
Biraz Jules Verne’vari bir hikâye bu. Dönemin ruhu gereği mi?
- Tam da o... Hem dönemin ruhundan hem de kendi geçmişimden kaynaklanıyor. Roman yazarken fark ettim ki insanı, çocukken okuduğu şeyler çok etkiliyormuş... Birdenbire tekerlemeler, masallar çıkıverdi yazarken. Başka şeyler de öyle geldi... Sadeleştirilmiş baskılarından Jules Verne okuyarak büyüdü bizim kuşak. O dönem ne okuduysan onun havası geliyor.
Başka ne var bu havada?
- Kılıçlı pelerinli şövalyeli romanlar, filmler... Onlar fışkırıverdi... Kendimi daha rahat hissettiğim yer belki orasıydı. Akışkanlığı sağlamak için konforlu hissetmek lazım. Demek ki çocuklukmuş. Çocukluğun güzel günlerine döndüm. Verne de oradaydı.
Peki bu bir defalık bir deneme mi; gerisi gelecek mi? Artık ‘yazar’ kimliğiyle mi tanıyacağız Özgür Mumcu’yu?
- Hikâye anlatmanın çeşitli yolları var. Gazete köşesinde de anlatıyorum. Ama roman çok daha eğlenceli; insanın kendini de keşfetmesini sağlayan bir yöntem. Hoşuma gitti. Devam etmek istiyorum.
Babanız Uğur Mumcu’yla kıyaslanmayacağınız tek alan bir yandan da...
- “Onun yapmadığı bir şey yapayım” diye hiç düşünmedim ama doğru... Babam da neticede idare hukuku üzerine doktora yaptı.. ‘Sakıncasız’ isimli bir oyunu da var ama roman yazmışlığı yok. Yazsa iyi yazardı bence.
Romanda baba-oğul arasında ilişkide de oğul babanın yapmadığını yapıyor; girmediği dünyaya giriyor. Bu duygu hiç var mıydı sizin kendi yaşamınızda?
- Yazarken düşünmedim. Bilinçaltından fırlamış olabilir. Ama babamla rekabete girmeyi hiç düşünmedim. Çok fazla şey söyleniyor bu konu hakkında ama ben olumlusundan da olumsuzundan da etkilenmiyorum. “Babasının oğlu” dediklerinde de, “Babasına yakışmıyor” dendiğinde de umursamıyorum. Ben çözümledim bu durumu. Artık kafam rahat.
DÜELLOYLA NAMUS KURTULMAZ
Siz ne okuyorsunuz?
- Tarihi araştırmaları çok okurum; popüler tarihten ziyade akademik tarih okumaktan hoşlanıyorum. Roman okumayı da çok severim ama insanlık tarihinden hikâyeler biraz daha ilgimi çekiyor sanırım. Bir de polisiye çok severim.
Bu romanda da biraz polisiye havası var.
- “Kısmen var” diyelim, okuru peşinde koşturacak bir muamma yok. Polisiye yazarı olmayı çok isterdim ama bambaşka bir uzmanlık o; deli işi.
Peki ‘Barış Makinesi’ni nereye koymalı kitaplıkta?
- Bazı felsefi tartışmalara girmekle beraber entelektüel açıdan zorlayacak bir roman değil.
Bence Jonas Jonasson’un ‘100 Yaşında Camdan Atlayıp Kaybolan Adam’ıyla durur yan yana.
- Çok severim, durursa sevinirim. Bu bir avantür roman. Kitap ne zaman fikri bir kanala girse, geri döndüm. Okur da rahatlasın biraz. Düellonun helali haramı olur mu diye araştırırken biraz metinlere daldım ama onlar da eğlenceli.
Helal değil diyor metin...
Yok, düelloyla namus kurtulmuyormuş! Düello hataları tamir etmez, namusu kurtarmaz diyor... Bireyci bir metin, ilginçti.
DÜELLONUN HELALİ OLUR MU?
** Mumcu’nun romanda kullandığı gazete kupürleri gerçek. Avustralyalı ve Fransız gazetelerin muhabirleri Belgrad’dan bildiriyor.
** Düello hakkında hukuki görüş veren Osmanlı metinleri de gerçek. Bir düello hakkında kadının verdiği karar da romanda mevcut.
** Karaçiyano karakteri gerçekten yaşamış ve İtalyan sefaretinde çalışmış.
** Kitabın esas kahramanı, ‘Osmanlı Sherlock Holmes’ü Celal’in yöntemleri, müstear isimle yazan Boris Akunin isimli Rus yazar’a da bir selam.