Güncelleme Tarihi:
Karmaşık görünüyor; bu dava süreci nasıl başladı?
Orhan Osmanoğlu: Bu olayı başlatan benim. Tam 10 yıl önce bir rüyayla başladı her şey... Birgün sabah namazından hemen önce dedem 2. Abdülhamit’i gördüm rüyamda. İki katlı bir köşkün önündeydim. Çok benzemiyordu ama sanki Yıldız’ın içinde gibiydim. Köşkün içinde, o meşhur paltosuyla dedemin gezindiğini fark ettim. Elleri arkasındaydı. Ben de yaramazlık yapıyorum, orayı burayı kurcalıyorum derken odasına girmişim. Bir çekmece görüp açtım. Sonra da durup “Yahu sen ne yapıyorsun, sana ait olmayan bir yeri kurcalıyorsun” dedim kendi kendime. Ama sonra da “Yok bir şey olmaz, bana kızmaz, sonuçta dedemin malı” diye düşündüm. Birden dedem içeriye girdi. Şöyle bir baktı bana. “Ya fırça ya da dayak yiyeceğim” diye çok korktum ama o şöyle hafifçe kafasını salladı; sonra da sırtını döndü ve çıktı.
Çekmecede bir şey mi gördünüz?
Tuhaftır; bu rüyadan bir hafta kadar sonra bir adamla tanıştım. Yaşlı bir adam. Saraydan birinin torunuymuş. Kendi geçmişine dair araştırma yaparken bizlerle ilgili tapular bulmuş... Ben bu tür şeylerle hiç ilgilenmiyordum o zamana dek ama böyle aklıma düştü.
Sonra hemen dava mı açtınız?
Hayır, önce Avukat Ayşegül Hanım’la görüştük; olumlu görüş bildirdi. Esas vâris olan babama gittim. Ama biz de o da yetmez, Abdülhamit soyundan gelen tüm büyüklerimin kararı lazım. 5 yıl çalıştık Ayşegül Hanım’la, yurtiçinde, yurtdışında çok seyahat ettik vekâletleri toplamak için. Sonra bir salı günü davayı açtık.
Salının bir önemi mi var?
Çünkü rüyayı o gün görmüştüm. Önemlidir. Unutmayın, Osmanlı Devleti de bir rüyayla kuruldu.
HAYALET AİLE GİBİ DAVRANIYORLAR
Siz ne istiyorsunuz tam olarak?
Tabii ki hakkımızı istiyoruz sadece. Ama çok bilgi kirliliği var.
Nedir bu?
“Osmanlı’nın torunları şimdi sarayları istiyor” falan diyorlar.. Hiçbir zaman böyle bir şey demedik. “Biz sarayı istiyoruz, İstanbul’un yarısını istiyoruz” diyenler biz değiliz, demeyiz de. Bizim şu an sadece bir veraset davamız var.
İstanbul’un yarısı değilse de çok büyük bir mirastan bahsediyoruz sanırım.
Evet, dava çok büyük. Dünyanın en büyük davası bu. İnanın çok astronomik rakamlar var. Ama biz Türkiye Cumhuriyeti’ni zora sokacak şeyler istemiyoruz. Ama burada bir hakkın yenilmesinden bahsediyorum.
Ne olacak peki?
Veraset davası sonuçlandığında, devletle bu işi sulhla çözümlemek istiyoruz.
Sulhla çözülemezse peki?
İç hukuk yolları da tükenirse AİHM’ye gitmek düşünülebilir ama yine de ailenin vereceği karara bağlıyız. Benim kişisel temennim oraya gitmemek. Türkiye’yi şikâyet eder pozisyonda olmak istemiyorum.
Hükümetin Osmanlı’ya sempatisi var. Onlarla hiç görüştünüz mü bu konuyu?
Bu hükümetin tamam bir söylemi var ama ailenin lehine verdiği bir karar yok. Yapamaz da. Bizim de zaten AKP’yle, MHP’yle, CHP’yle falan bir bağımız yok. Bizim sadece bir hukuk davamız var. Hukuktan başka bir şey de istemiyoruz.
Nilhan Osmanoğlu: Bu haberden sonra insanlar “Osmanlı ailesi yine miras peşinde” yorumları yapacak. Bakın özellikle belirtmek istiyorum: Biz vatanın milletin bütünlüğünü bozacak işlerin içinde olmayız. Başta hangi partinin olduğu fark etmiyor; biz yine aynısını yapardık. Ama insanlar şunu da bilsin: Hükümetin “Osmanlıyız” söylemi bize hiçbir yarar sağlamıyor, davalarımızı kolaylaştırmıyor. Bize hayalet aile gibi davranıyorlar. İnsanlar sıklıkla soruyor bize, buradan cevaplamış olayım: Protokol, iade-i itibar gibi gibi şeyler gündeme gelmiyor. Ama ben kendimizi mağdur olarak da görmüyorum. Taşıdığım kan bana yeter.
BİR BAKIŞTA II. ABDÜLHAMİD VERASET DAVASI
- 2010 Şubatı’nda açıldı; 5 yıldır devam ediyor. Dosyada şu an ön bilirkişi raporu verildi.
- Avukatlar Ayşegül Topuz ve Burak Varoğlu’nun 11 vârisle açtığı davada temsil ettikleri vâris sayısı 30’a ulaşmış.
- Davanın zorluğu sürgün sebebiyle aile yurt dışına dağıldığından sürecin yavaş ilerlemesi.
- 2. Abdülhamit’in mirasında, Türkiye içinde yaklaşık 10 bin 200, yurt dışında da 40 bin civarında gayrimenkul olduğu muhtelif kaynaklarda geçiyor.
- Türkiye’deki taşınmazların önemli bir kısmı Trakya, İstanbul, İzmir, Adana ve Konya civarında. Birçok kaynak, söz konusu mirasın Galatasaray Adası, Veliefendi Çayırı, hatta Musul-Kerkül petrol hisselerini de içerdiğine işaret ediyor.
HER TÜRK VATANDAŞI HANGİ HAKKA SAHİPSE ONU İSTİYORUZ
Adile Nami Osmanoğlu Tars
Biz sürgünde yaşamış bir aileyiz. Birçok ülkeye dağılmak zorunda kaldık. Hep farklı birer hukuk sisteminde yaşadık. Ama buna rağmen avukatlarımız Ayşegül Topuz ve Burak Varoğlu büyük bir çalışma yaptı. Hak aramamızı sağladılar. Ben bu hukuki zeminin aydınlanmasını, herkesin konu hakkında doğru bilgilendirilmesini ve bizi yanlış anlamamalarını sağlamak istiyorum. Azınlık vakıflarının hakları yasal düzenlemelerle nasıl iade edildiyse bizim miras haklarımızın iadesi için de yasal düzenleme yapılmasını bekliyorum. Nasıl her torun dedesinin mirasının hakkına sahip olabiliyorsa veya bunu talep edebiliyorsa, biz de bütün aile üyeleri olarak yalnızca bunu talep ediyoruz. Hiçbir ayrıcalık istemiyoruz. Her Türk vatandaşı hangi hakka sahipse sadece onu istiyoruz. Biz mağduruz! Bu mağduriyeti gidermek devletin ve hukukun elindedir. Veya İnsan Hakları Mahkemesi’ndedir.
“LOZAN'DAKİ TÜRK HEYETİ DE BU TEZİ SAVUNDU”
Topuz Hukuk Bürosu’ndan Avukat Ayşegül Topuz ve Burak Varoğlu 10 yıldır bu veraset davası üzerinde çalışıyor. Daha önce azınlık vakıflarnın haklarına ilişkin davaları (Mesela Bulgar Vakfı) başarıyla sonuçlandıran avukatlar için bu dava meslek hayatlarının en uzun projesi olmuş.
Bugüne dek 2. Abdülhamit’in mirası davalarında, vârislerin karşısına hep 1924 tarihli 431 nolu yasa (Halifeliğin Kaldırılmasına ve Osmanlı Hanedanın Yurtdışına Çıkarılmasına Dair Yasa) çıkmış. O mu belirliyor her şeyi?
1924 tarihli 431 sayılı yasa, “Osmanlı İmparatorluğunda padişahlık etmiş kişilerin mülkleri millete geçmiştir” diyor gibi görünüyor olabilir. Ama bu yüzeysel bir bakış. 2. Abdülhamit terekesi (ölen bir kişiden geriye kalan mal mülk), fiilen onun mirasçılarına intikal ettirilememiş olsa da, hukuken de el konulamamış bir tereke.
Neden?
Çünkü tereke vefat anında mirasçılara intikal eder. Zira 2. Abdülhamit 1918 yılında vefat etti. O esnada yürürlükte bulunan Mecelle Kanunu’na göre de tümüyle mirasçılarına geçti. 1926’da yürürlüğe giren Medeni Kanun’a göre de durum aynıdır. Yani 1918’de 2. Abdülhamit vefat ettiğinde, onun terekesi mirasçılarına intikal etti. 1924’de yasa çıktığında ortada zaten el konulacak bir mülk yoktu. Kanunların ‘makable şamil’ yani geriye yönelik uygulanamama ilkesi tüm hukuk sistemlerinin ortak ilkesidir.
Bu davadaki tek argüman bu mu?
Hayır, bir ülkeyi en üst düzeyde bağlayacak siyasi kabul var mesela… Türk heyeti Lozan görüşmelerinde, bahse konu bu mülklerin (yani padişahın şahsi mülkü olan Hazine-i Hassa’nın) ‘özel mülk’ olduğunu bu nedenle uluslararası bir sözleşmeyle düzenlenemeyeceğini tezini savundu. 1930 ve 1931 tarihli Bakanlar Kurulu kararları da var. Bunlar ailenin yurtdışındaki haklarını alabilmesi için terekenin yurtdışındaki kısmının ailenin intikali gerekliliğine ilişkin olarak düzenlendi. Ama hepsinden önemlisi Yargıtay’ın 1936 ve 1946’daki kararları var. Dönemin en yüksek yargı organı Yargıtay, meseleyi tüm hukuki boyutları ile tartıştı ve 431 nolu yasanın 2. Abdülhamit’in mirasına uygulanamayacağına karar verdi.
Peki vârisler niye hak kazanamadı o zaman?
Maalesef dönemin idari yapısının direnci, siyasi iradenin engelleyici tavrı ve son olarak hukuk prensiplerini hiçe sayan 1949 tarihli Meclis yorumu yüzünden…
Nedir bu yorum?
Hukuka açık bir müdahale olduğunu söyleyebiliriz. Aynı zamanda terekeye hukuken el konulamayınca, siyaseten müdahale edilmek zorunda kalındığının da bir göstergesi. O tarihteki mevzuatımıza göre ‘bir kanunun yorumunda yargı makamlarınca tereddüte düşülmesi durumunda’ yine yargı makamlarınca TBMM’den görüş sorulabiliyordu. Ama yargı, bu husustaki kararını vermiş ve Meclis yorumuna gerek duymamıştı.
Ne oldu peki?
431 sayılı yasanın yorumu yargı mensupları tarafından değil siyasiler tarafından TBMM’ye getirildi ve bu yasanın sekizinci maddesi uyarınca 2. Abdülhamit’in malvarlığına da el konabileceği şeklinde bir yorum yapıldı. Bu haliyle hukuk tekniği açısından bu Meclis yorumu usul ve yasaya aykırıdır. Oysa ki 1924 Anayasasına göre “mahkemelerin kararlarını, TBMM ile Bakanlar Kurulu hiçbir türlü değiştiremezler, başkalayamazlar”. Bu Meclis yorumu dönemin Anayasasına da aykırıdır.
Hanedan üyeleri yurtdışındaki malvarlığı için de zamanında epey mücadele etmiş? Oralarda ne oldu?
Kaynaklarda Türkiye’nin 2. Abdülhamit’in mülklerine el koyduğu için bu davaların kaybedildiği yönünde bilgiler mevcut. Siyasetin doğası da bunu gerektiriyor zaten. Türkiye’nin tanımadığı bir hakkı başka ülkeler neden tanısın? İnsan haklarının bugünkü gibi gelişkin olmadığı, dünya savaşlarının yaşandığı dönemlerden bahsediyoruz…
2. Abdülhamit’in mirasından bahsediyoruz? Niye başkaları için gündeme gelmiyor bu? Mesela Vahdettin’in mirası da gündeme gelecek mi?
En önemli fark 1924’teki 431 sayılı yasa yürürlüğe girdiğinde Vahdettin’in padişah olması. Yani Vahdettin’in malvarlığına yasayla el konulmuş olması. Ancak yasal olan bu el koyma işlemi de aslında hukuki değil.
Bu ne demek?
Her yasa hukuka uygun değildir. Zira hiç kimsenin malına karşılık ödenmeden el konulamaz.
2. Abdülhamit’in terekesinde 40 bin civarında parçanın da şu an yurtdışında olduğu söyleniyor. Türkiye’deki dava bunların akıbetini etkiler mi?
Etkilememesi için hiçbir sebep yok. Uluslararası anlaşmalarla ya da yasalarla bireyleri karşılık ödemeden mülkiyet hakkından mahrum bırakmanız Evrensel İnsan Hakları ile bağdaşmaz. Şu an yurtdışına yönelik çalışmıyoruz çünkü hakkın kaynağı burası. Ancak burada bir başarı elde edince bu emsal üzerinden diğer ülkelere de odaklanacağız. Özellikle de AİHM’nin yargı yetkisini tanıyan ülkelere.
Benzer kararlar var mı dünyada?
Elbette. AİHM’nin Yunan kralı hakkında lehte emsal karar var mesela. Yine Habsburg hanedanının, Romanya kralının, Bulgar kralının mülkleri çeşitli yöntemlerle ailelerine iade edildi. Evrensel hukuk kaideleri bakımından karşılıksız olarak herhangi bir mülke el konulması artık kabul edilmiyor.
NEDEN II. ABDÜLHAMİD'İN ÜZERİNDE BU KADAR MÜLK VAR?
Bu soruya bugün mirasa konu edilecek özel mülkler perspektifinden cevap vermeli. Zira bu kurumların tarihsel ve idari diğer yönleri konumuzla ilgili değil. Padişahın şahsi mülklerinin / varlıklarının yönetimi için kurulmuş bir idari yapı ve bu yapının yönettiği mallar bütünü var, adı Hazine-i Hassa. Bir nevi özel mülk yönetim organizasyonu. Yalnızca gayrimenkullerden müteşekkil değil padişahın kendisine ait maden işletme hakları, dalyan ve sair her türlü maddi değerden oluşuyor. 2. Abdülhamit, şehzadeliği döneminden itibaren, şahsi geliri ile yüzlerce mülk edinmiş. Kimi uzmanlara göre deha derecesinde ekonomi bilgisine sahip. 33 yıl padişahlığı sürecinde de Hazine-i Hassa bu hacme ulaşıyor.