Güncelleme Tarihi:
Alman matematikçi Carl Friedrich Gauss’a atfedilen ve çeşitli biçimleri olan, sevilen bir hikâye vardır. Bize hikâyeyi İstanbul’da anlatan matematik hocamıza göre, lise dersinde öğrenciler bizim gibi çok yaramazlık edince Alman hocaları sınıfa 1’den 100’e kadar bütün rakamları toplama cezası verir. Öğrencilerden biri, küçük Gauss, ilk rakamla sonuncusunun, ikincisi ile sondan bir öncekinin toplamının hep 101 ettiğini bir anda görür. Ayrıca, 100’ün içinde böyle 50 rakam çifti olduğunu da düşünüp toplamanın sonucunu (5.050) ve ünlü formülünü iki dakikada keşfeder. Saatler, belki günler alacak toplamayı yapmasına gerek kalmamıştır.
Bu hikâye bana kalırsa yalnızca matematik hakkında değil, aynı zamanda sanatsal, edebi vs. her türlü yaratıcılık ve ‘yaratıcı emek’ hakkındadır. Hikâyeye yakından bakmak ‘yaratıcı iş’ diye kavramsallaştırmamız gereken şeyi ve onun insani gelişme ile ilişkisini tartışmamıza yardım edebilir.
‘YARATICI EMEK' KENDİYLE ÇELİŞEN BİR KAVRAM
Yaratıcılık ile insanlık tarihi arasındaki ilişki çoğumuz için zaten tartışmaya gerek kalmayacak kadar açıktır. Ta 1960’larda Türkiye’deki tarih kitaplarında uygarlıkları siyasi, askeri başarıları kadar olmasa da sanatları, edebiyatları ve yaratıcı eserleri ile de ölçmeyi bize öğretirlerdi. Ama konumuz ‘uygarlıklar’ değil, ‘insani gelişme’.
1960’ların Türkiye’sinde Gauss gibi birinin sınıftaki yaratıcılığı bazı hocaların hoşuna gitmezdi. Çünkü sınıfa verilen görevin mantığı yaratıcı olmak, rakamlarla oynamak vs. değil, bir ceza, yani belirli bir süre emek harcama zorunluluğu idi. Emeği azaltan, kısaltan her şey cezanın mantığına karşı olduğu, cezayı hafiflettiği için yaratıcı buluş otoriter hocanın hoşuna gitmezdi elbette.
Konunun özüne girebilmek için hemen cesur bir adım atıp şunu söyleyelim: ‘Yaratıcı emek’ dediğimiz şeyin, aslında, bir amaca ulaşmak için gerekli yolları, kuralları ve gelenekleri kısaltan, değiştiren ve emek vaktini kısaltan bir şey olduğunu söyleyelim.
Hepimizin aklıselimle bildiği gibi yaratıcılık, kurallara, tüzüklere, geleneklere, bürokrasiye, alışkanlıklara karşı yapılan bir şeydir. Yaratıcı kişinin işi ister edebi, ister sanatsal olsun; emek veren kişi ister bir reklam şirketinde, isterse bir fabrikanın üretim hattında çalışıyor olsun, bu yaratıcılığın en belirgin özelliğini değiştirmez. Bu bağlamda ‘yaratıcı emek’ kendi kendiyle çelişen bir kavramdır da.
KİTABIN ÇEVİRMENİ DE YAZARI KADAR YARATICIDIR
Buna karşı, yaratıcılığın yalnızca verilen emeğin süresini kısaltan bir şey olmadığı, emeğin amacını da değiştiren bir yanı olduğu söylenebilir. Bir örnek: Fotoğraf sanatının yükselip yaygınlaşması ile izlenimci resmin yükselişi arasında bir koşutluk olduğunu biliriz. Bunun nedeni, fotoğrafın yaygınlaşmasından sonra amacı hâlâ doğayı taklide yönelik resim sanatının yolun sonuna gelmiş olmasıdır. Devlet destekli salonların, galerilerin, bürokratların, gelenekçilerin ve klasikçilerin direnmesine rağmen, izlenimci ressamlar kısa sürede resim sanatının amacını değiştirdiler. Artık ressamlar, dünyayı olduğu gibi değil, ressama, insana gözüktüğü gibi resmetmenin yollarını arıyorlardı.
Ayrıca yaratıcı iş ile yaratıcı olmayan, sıradan iş arasında çizilmeye çalışılan her ayrım çizgisi de bir süre sonra gelişigüzel ve haksız gözükeceği için yanlıştır. Bir reklamcının işini, bir şairin işinden daha az yaratıcı bulmaya hak veren pek çok kişi vardır belki ama bu doğru mudur? Ya da bir ressamı, bir araba tasarımcısından ya da bir öğretmenden daha yaratıcı bulmak yerinde midir? Bir kitabın çevirmeni de yazarı kadar yaratıcıdır ve işinde çevirdiği yazar kadar yaratıcı olmak ve bu yanıyla kabul edilmek hakkı vardır. Yaratıcı emeğimizle, bireyliğimizi ve biricikliğimizi ifade ederiz ve bu, ifade özgürlüğü ve farklı olmamızın kabulü gibi temel insani bir istektir. Bütün emek biçimleri, bütün işler yaratıcı olmalıdır ya da öyle olması istenmelidir diyor içimden gelen ahlaki ses.
Yaratıcı iş kavramının sorunlu olması ve kavramsallaştırılmasının zorlukları, bizlerin, yaratıcılığın insan gelişiminin ve emeğin ölçülmesinin bir parçası oluşuna inancımızı sarsmamalı: Hepimiz, 1’den 100’e kadar rakamları itaatkârlıkla toplamak yerine, yaratıcı bir formül bulan Gauss’u takdir eden bir öğretmenin öğrencisi olmak isteriz. Çünkü biz de işimizde her an yaratıcı bir sanatçı, yaratıcı bir matematikçi gibi davranabilmek isteriz. Büyük yaratıcılara duyduğumuz saygı ve hayranlık, aslında kendi içimizdeki yaratıcılığı ifade etme, ne iş yaparsak yapalım emeğimizi yaratıcı bir şekilde kullanabilme arzusuna işaret eder.
Gauss’un matematik yaratıcılığının hikâyesini herkesin sevdiği bir efsane haline getiren şey, onun yaratıcı emeğinin faydalarından yararlanacağımızı (yani matematik işlemini onun sayesinde çok daha çabuk ve kolay yapabileceğimizi) bilmek değildir yalnızca. Gauss’un yaratıcılığına sırf yaratıcılık olduğu için de saygı duyarız. Bu saygı insan yaratıcılığının yararlarından çok, insanın kendine, zekâsına, hayal gücüne, yapabileceklerine ve imkânlarına duyulan bir saygıdır. Yaratıcılığa böyle bakmak düşünce özgürlüğü, dahası ifade özgürlüğü gibi kavramları hukuki olarak değil, ama psikolojik olarak hatırlatır. Bu nedenlerle, Gauss’un öğretmeninin, sınıfın düzenini bozduğu için cezalandırmak yerine öğrencisinin buluşunu sevinçle onaylaması, bu buluşu başkalarına anlatarak efsaneleştirmesi hoşumuza gider. Bu mutluluk, kimliğimize, geleneklerimize, kişisel hikâyemiz ve seçimlerimize saygı duyulduğunu gördüğümüzde hissettiğimiz mutluluğa benzer.
SÖMÜRGE SONRASI TOPLUMLAR İÇİN KAHREDİCİ KAVRAMLAR
Ölçülmesi ve soruşturulması gereken; çalışma koşullarında ve her türlü işte insan yaratıcılığını değerlendiren, ciddiye alan ve ondan yararlanan mekanizmaların varlığıdır. İşimizi yaparken yaratıcı buluşlarımız, yeni fikirlerimiz önemsenip dinleniyor mu? Yoksa her şeyi başka yerlerde başarıyla uygulanmış modelleri, kalıpları taklit ederek mi yapıyoruz? Çalışırken aklımıza gelen özgün fikirler kabul görüyor mu; onları dile getireceğimiz düzenekler var mı? Yoksa mevcut kalıp ve alışkanlıkları taklit etmemiz mi bekleniyor? Yaratıcı olmamızın beklendiği işlerde, gerçekten yaratıcılığımız mı isteniyor, yoksa zaten mevcut kuralları aceleyle taklit etmemiz mi gerekiyor? İşimizde benzersiz, özgün olmamız mı teşvik ediliyor, yoksa başarılı örnekleri taklit ve kopya ettiğimizde daha başarılı olacağımıza mı inanılıyor? İşimizde yaratıcı kişiler sorun çıkaran olarak mı görülüyor, yoksa Gauss gibi saygı mı görüyor? Bu ikilemlerin ölçülebileceğine inanıyorum.
Yarım yüzyıl önce ‘taklit’, ‘otantiklik’ ve ‘özgünlük’ sömürgeler ve sömürge sonrası toplumlar için kahredici kavramlardı. Bugün ise yaratıcılığımızın insani gelişmemizin ayrılmaz bir parçası olduğunu görüyor ve ‘Acaba yaratıcı emeği nasıl ölçeriz’ diye soruyoruz kendimize.