Güncelleme Tarihi:
Büyük bir şişe su, bir de telefon şarjı alıp gazeteden çıktık.
Arabanın radyosunda darbe ilanını duyuran TRT’yi arıyorum ama frekansını bile bilmiyorum ki!
Sanki bir rüyada, Birand belgeselinin içindeyim.
Havalimanına çıkan yollar kapalı. Ama eski postacı İsmail, köprü altlarından, ağaçların arasından gece yarısı çıkarıyor bizi Yeşilköy’e.
İki tank girişi kesmiş, karşısında 5-6 öfkeli adam. 20-25 yaşlarında askerler tankın kapağından şaşkın şaşkın bakıyor. Yanlarında 3-4 asker daha...
Kiminle nasıl konuşacağımı kestiremiyorum. Sebati (Karakurt) başlıyor fotoğraf çekmeye...
Matbaacı Ramazan Çiğdem (30) sinirden üstünü başını parçalayacak: “Bu ülkenin karanlığa gömülmesini istemiyorum! Öleceğimi bilsem gitmem!”
Asker sokağa çıkma yasağı ilan etmiş, in cin top oynuyor. Ama adamların umurunda değil, şaşırıyorum.
Kendisine silah tutan askere “Senin komutanın rehin alınmış, rehin! İtaat etmeyin!” diye kafa tutuyor.
“İslamcılar askeri gördü mü gıkını çıkarmaz”dı hani?
Biri koşarak geliyor: “100 yıl geri! Bu vatana, millete günahtır! Beni öldürün kardeşim! Burada öldürün beni!” Faik Aktürk (33), inşaatçıymış.
Artık 30-40 kişiler: “Burası muz cumhuriyeti değil! Aç kalıcaz aç!”
Matbaacı Ramazan “Hadi İstiklal Marşı!” diye helak ediyor kendini. Kimse oralı değil.
Biri: “Askeer! Askeer! Allah rızası için!” diye bağırıyor sert sert. Vee, ilk tekbir sesleri...
Ramazan, “Yahu, ne alakası var! Cahil cühela abi işte” diye laikliğini vurguluyor. “Baba, çok bağırma sen yine de” diyorum.
Kalabalıktan beklenen soru geliyor: “Hangi gazetedensiniz?”
“Ajans, ajans” Sebati’nin cevabı... Son birkaç yıldır olduğu gibi...
Başörtülü bir kadın perdeyi açıyor, elinde bayrak, tanka tırmanmaya çalışıyor. Peşinden diğerleri... Artık tankın üstündeler, askerlere dokunuyor, “İn aşağı” diyorlar.
İtiraf edeyim, ateş açılırsa kendimi nereye atarım diye bakınıyorum.
Süratle yaklaşan bir belediye kamyonu tankların önünde el freniyle duruyor. Şoför tankın önüne set çekip kayıplara karışıyor. Alkış kopuyor.
Genç bir çocuk bir torba bırakıyor çalıların arasına, Yenal (Bilgici) bakıyor, içi sopa dolu...
Askerler artık huzursuz, bir-iki manevrayla çekiliyorlar.
“Reis geliyor! Bu arkadaşlar Tayyip Erdoğan’ı alacak. Reis’i koruyun! Havaalanına!”
Henüz hiçbir şey belli değil. Ama o gece ne olacağını biz orada anlıyoruz.
“Darbeyi halk engellemedi” diyenler... Bunu başka birine anlatın.
HAVAALANI YOLGEÇEN HANI
Cumhurbaşkanı CNN Türk’te halkı sokaklara ve havaalanlarına çağırmış.
Arama, güvenlik hak getire! Binlerce kişi elini kolunu sallaya sallaya giriyor.
Tekbir sesleriyle 103 numaralı kapıya yükleniyorlar. Cumhurbaşkanı’nı karşılamak ve askerlerden korumak istiyorlar.
“Malzemeyi aldın mı?” sözlerinden belli ki silahlı olanlar var.
Biri aniden “Canlı bomba!” diye bağırıyor. Bir bu eksikti! İnsanlar kendini yere atıyor...
Havaalanı çalışanlarının beti benzi atmış.
Erkekler tuvaletine giriyoruz, karşımda korkudan tir tir titreyen bir aile...
3 kadın, 4 küçük çocuk. Rize’ye uçacaklarmış. Başörtülü anne “Kusura bakmayın, sizin yerinize giriverdik” diyor.
Yenal çocukları sakinleştirmeye çalışıyor, “Tamam çocuklar, korkacak hiçbir şey yok.”
Zorlukla ikna edip, onları üst kata çıkarıyoruz.
Bir kenarda 60 yaşlarında feleğini şaşırmış iki Amerikalı turist... “Darbe girişimi var, ama endişelenmenize gerek yok” diye açıklama yapıyorum. Bir de özür diliyorum niyeyse.
Atatürk Havalimanı “Recep Tayyip Erdoğan”, “Öl de ölelim, vur de vuralım” sloganlarıyla inliyor.
Yenal adını koyuyor: “Bu anti-Gezi...”
Havaalanı bir devrim meydanı gibi. Duvardaki Atatürk kabartmasını ilk kez fark ediyorum: Yurtta sulh cihanda sulh... Kaostan yararlanıp bir sigara yakıyorum.
Dışarı çıkıyoruz. Kalabalık yüzbinlere ulaşmış.
Bu bir liderin ya da ‘diktatörün’ halkıyla kurduğu baba-oğul ilişkisi değil.
Korku, itaat değil, taşkın bir sevgi var. Bir otorite figüründen ziyade “sen” diye hitap ettikleri abi gibi.
Neyi savunduklarını, Türkiye’deki tarihsel, sınıfsal yarılmayı çok iyi hissediyorlar.
F-16’ların uğultusu sela sesine karışıyor. II.Mahmut da yeniçerilerle savaşırken minarelerden sela okutmuştu.
Bitmiyor. Okuduğumuz tarih kitaplarının, yüzyıllık hesaplaşmaların parçasıyız biz de. Farkında olmasak da hepimiz bu belalı tarihte tutsağız.
Özel timler tezahüratla desteğe geliyor. Belediyenin elektronik panolarında “Asker Kışlaya” yazıları dönüyor.
Darbe ufak ufak püskürtülüyor.
GAZETEYİ BASTILAR!
Arabayı park ettiğimiz yerde yürümek bile mümkün değil. Orada bırakıp kilometrelerce yürüyoruz.
Arkadaşlarımızdan haber geliyor: Asker gazeteyi bastı!
Bir taksiyi yalvar yakar ikna ediyoruz bizi bırakmaya.
Gazetemizin komşusu Kanal D binasının önü ana baba günü.
Asker, Erdoğan’ı yayına aldığımız için burayı basmış. Halk bizi ‘korumaya’ gelmiş.
Birkaç ay önce binamıza baskın yapan kalabalık.
Birdenbire tam tepemizde bir helikopter beliriyor. Askerler kontrolü kaybetmiş, ne yapacakları belli değil.
Korkudan yere uzanıp uzaklaşmasını beklerken ani bir manevrayla burnunu aşağı, bize çeviriyor.
Ve ateş sesi... “Ateş ediyor, ateş ediyor!” diye bağırıyor insanlar. Aklım çıkıyor!
Sonradan öğreniyoruz, ateş eden binanın güvenlik görevlisiymiş.
Helikopterin destek tim bırakmasına engel olmuş.
Bir kişinin parmaklarının ucunda hayatımız. Karşılık verse paramparça olacağız belki.
Günler sonra televizyonda izlemedik mi? Helikopterlerle gencecik çocukları, şortlu, atletli garibim masum insanları taramadılar mı?
KANAL D BİZİM!
Yandaki karanlık yoldan gazeteye girmeyi deniyoruz.
Biraz ilerde gölgeler beliriyor ve yine silah sesleri!
Kaçarken ağzımda acı bir tat hissediyorum. Herhalde can korkusunun tadı...
Gazeteye giremeyeceğimiz anlaşılıyor. Arkadaşlarımızı da salıvermişler.
CNN Türk’ün önünde, kalabalığa karışıyoruz. Gruba yön veren, beyaz şalvarlı, uzun sakallı, 40 yaşlarında bir adam var. Askerleri almadan gitmeyecekler.
Bir çocuk telefonda “Kanal D bizim! Bütün Bağcılar, Esenler burada... Keşke sen de gelseydin” diyor.
İçeride insanlar tekbir getirerek asker arıyor.
Polis gözaltındaki askerleri kalabalığın elinden kurtarmaya çalışıyor.
Yıllardır çalıştığım yeri birileri ‘almış’, içerde askerler dostlarıma silah çekmiş, tepemde korkunç bir uğultuyla jet sesleri... Kendi evimde, ülkemde canımdan korkar hale gelmişim.
Yenal “Hadi, gidelim artık” diyor.
Bağcılar’a giden sokakta yürürken panik içinde bir grup geliyor: “Oraya gitmeyin, gaz var, biber gazı atmışlar!”...
Yenal’la birbirimize bakıp gülümsüyoruz. Gaz mı? Biz gaza alışığız!
Umursamaz, hızlı adımlarla, karanlığa doğru yürümeye devam ediyoruz.