Güncelleme Tarihi:
Sadece telefonda görüşerek yüzeyde kalma hatasından böylece kurtardı beni. Evinde uzun uzun konuştuk. Başta Mavi Boncuk o büyülü filmlerin sırrını tarif etti. Hatırladıkça keyiflendi; keyiflendikçe anlattı. Bu uzun röportajın Mavi Boncuk’la ilgili kısmına o günlerde bu sayfalarda yer vermiştik. Tamamını Alasya’nın anısına şimdi yayımlıyoruz.
O gün sahip olduğu Buda heykelleri koleksiyonunu, yıllar içinde topladığı dev tren maketini gösterirken çok neşeliydi. Bulaşıcıydı neşesi. “Gülmek bulaşıcıdır” demişti zaten sohbetimizde. Sesi sadece bir yerde düştü. Çekemediği ‘o filmden’ bahsederken… Kıbrıs’ta çekmek istediği ama içinde ukde kalan senaryoyu anlatırken kullandığı sözler belki de bir vasiyet. Bizzat yazdığı senaryo orada duruyor. Yönetmenini bekliyor…
Sizi sinemada Ertem Eğilmez keşfetmiş, doğru mu?
- Ertem Eğilmez denilen o mucize adam meğer bizi takip ediyormuş. Hiç bilmiyordum. Tiyatroda bizi izlermiş. Ama tiyatroyu falan sevdiği yok. Aslında sinemacı o, sadece sinemayı seviyor ama tiyatrodaki çizgimizden de çok etkilenmiş. Ben büyük bir heyecanla girdim sinemaya. Tiyatrocular duyduğu zaman biraz bozuk çalarlar bana ama hep söylerim: Ben sinemayı esas kökenim olan tiyatrodan daha fazla seviyorum. Yapıma daha uygun. “Bir fırsat çıksın da sinemaya atlayayım” diye bekliyordum. Çıkacaktı da. Çünkü tiyatroda çok popülerdik. Şansım bu fırsatın çok doğru bir yerden, Ertem Ağabey’den çıkması oldu.
Neydi ilk rolünüz?
- Ben ‘Sev Kardeşim’ diye bir filmde oynadım önce. O film de Ertem Ağabey’in diğer filmleri gibi kalabalık kadrolu, iyi oyuncuları olan bir filmdi. Başrol değildim. İlk filmim olduğu için bir kompozisyon oynadım. Çok beğendi Ertem Ağabey; o zaman seyirci ne kadar beğendi bilemezdik zaten.
Herkes yıllardır size gülüyor; siz kime gülüyorsunuz?
- Ben çok dalağı düşük bir adamım. Herkese gülerim. Şimdilerde Cem’e gülüyorum daha çok. Bir dönem, hele de Devekuşu’nda sadece Metin’e gülerdim. Cumhuriyet döneminin en büyük oyuncularındandır Metin.
Devekuşu Kabare neden bu kadar başarılı oldu?
- Deneme arzusundan. Metinle ikimiz tiyatrodaki çalışmalarıızı seyirci karşısında çalışarak deneyerek yürüttük. Bir şey tutmuyorsa, her yolu deniyorduk; illaki de bulurduk. 1967’de kurduk Devekuşu’nu, 11’inci günde işi götürecek seyirci sayısına ulaşmıştı. 20 yıl gitti böyle.
Ben de Devekuşu’ndaki o oyunların kasetlerini dinleyerek büyüdüm.
- Öyle hikâyeler geliyor ki kulağıma… Japonya’da çalışan bir adam beni bulup anlattı mesela… Tokyo’ya 40 km mesafede bir fabrikada çalışıyormuş. Bizim kasetlerden götürmüş oraya… Motosiklete işe giderken takıyormuş kulaklığı, yol boyu dinliyormuş. “Bir gün” dedi; “Fabrikadan bir Japon arkadaşımı da götürüyordum; baktı ben kıkır kıkır gülüyorum, ‘Ne dinliyorsun’ diye sordu. Verdim kulaklığı ki dinlesin, Japonca’dan başka dil bilmez ama bir süre sonra o da gülmeye başladı.” İşte böyle oluyor; anlıyor musun? Gülmek bulaşıcıdır…
HEPİMİZ KENDİ KURDUĞUMUZ ARZU FİLM OKULU’NDAN MEZUNUZ
* O tarihlerde Ertem Ağabey komedi filmleri çekmiyordu. İçinde komedi unsurları olan duygusal filmler çekiyordu; biz de, yani ben, Halit Akçatepe, Münir Ağabey (Özkul) falan -pardon yani ekibe bak bu arada- ona “Bu kadar komedi oyuncusunu bir araya getiriyorsunuz, o halde komedi filmi çekin” dedik. Bir tereddüdü vardı, “Tutmayabilir” diye düşünüyordu. Muhtemelen bir iki film tutmamış üst üste; o da daha doğru bir yol bulduğuna inanıyordu. Yani duygusal film çekiyor, kalabalık kadrolu, içinde komik öğeleri de var.
* Hiçbirimiz akademik tahsil yapmamıştı. Hoş, o devirde kim yapmıştı ki? Ertem Ağabey’e de bunu söyledim. Bu alaylı tarafımız bence acınacak, utanılacak bir şey değildi. Teknikle, biraz bilgiyle kendimizi farklılaştırmak için çareler aramaya başladık. Kendimize bir merkez bulmamız, haftanın her günü olmasa da düzenli bir şekilde bir araya gelmemiz lazımdı. Baştan bir tuhaf oldu. Hepimizin başka işleri güçleri de vardı. Sinemada yeniydik. Ama tiyatroda çok ünlü insanlardık sonuçta. “Bunlar beni bağlamaz” diye kestirip attım. Böyle başladı. Bizim o dönem filmlerinin senaryolarının ruhuna da benzer. Sabah sekizde Ertem Ağabey’in evine gitmeye başladık.
* Gümüşsuyu’nda Alman Konsolosluğu’nun hemen yanında içeriye giden bir sokak vardır; o sokakta bir evde oturuyordu Ertem Ağabey. Karısıyla beraber oturduğu ev değil, bir çalışma eviydi. Hafta sonları karısıyla beraberdi, hafta içinde o evde çalışırdı. Büyük bir ev de değildi ha, küçücüktü, hepimiz üst üsteydik…
* Metin’i ikna ettikten sonra, Eğilmez Kemal Sunal’ı da istedi. Müthişti o zamanlar da Kemal. Ertem Ağabey tabii farkına varmıştı adamın. Bizim tiyatrodaydı zaten, gittim Kemal’e “Oğlum, film çekmeyi düşünür müsün” dedim. Tereddüt etti. Ben de dedim ki: “Biz bu tiyatroya göbeğimizden bağlıyız, bu işin sahipleriyiz, sen de dahil olmak üzere yanımızda otuz tane adam çalışıyor, bizim için tiyatro öncelikli. Yine de bir dene istersen yarın bir gün başarılı olursan ikisini de yaparsın.” Neyse aldık götürdük Kemal’i de…
* O sıralarda bizim ‘film okulunun’ bir ürünü olmasa da yine bir film çekiyoruz. Komedi. Tarık var, ben de bir basketbol antrenörünü oynuyorum. Kemal de basketbolculardan biri oldu. O rolü kim oynasa unutulur… Ama adam kameranın karşısına bir geçti, millet yerlere attı kendini gülmekten. Kemal Sunal’ın tırmanması bir günlük iştir yani.
MAVİ BONCUK USTALIK ESERİDİR
* Biz bir ekiptik, başımızda da Ertem Eğilmez vardı. Her yerindeydi işin. Öyle bir zekâ ki… Ben bir sürü insanla çalıştım, ki aralarında çok önemli isimler vardı, Eğilmez kadar çalıştığı kişilere pay veren, her konuda kucak açan birini görmedim. Herkes biraz kendini öne çıkarır, yönetmense yönetmenliğini, oyuncuysa oyunculuğunu, sen bir iki laf edersin, dinlemez. Dinlemez nedense, istemez sevmez, belki egemenliğini paylaşmak istemez. Ertem Ağabey öyle değildi, ısrarla üstüne giderdi.
* Bir örnek vereyim: Gene Mavi Boncuk’un bir sahnesini çekecektik. Saray Sineması vardı o zaman Beyoğlu’nda. Biz geceyarısına kadar tiyatroda oynuyoruz, sonra filme gidiyoruz. Yine gittik sinemaya, sabaha kadar bir sahne çekeceğiz. Ama Ertem Ağabey yok ortalıkta. “Nerede" dedim. Yukarıda, müdüriyette yatıyormuş. Çıktım, “Hayırdır” dedim, “Paydos et” dedi, “Ben çalışamayacağım, çok hastayım, giderek de arttı hastalığım.” “Mümkün değil efendim”, dedim. “Çekmeliyiz”. Biraz insiyatif kullanırdım, senaryoda öne çıkışım da ondandır. Filmin öyle bir tarihi vardı ki, ısrarla her gün, hiç aksatmadan çalışırsak ancak yetişecek. “Çekemem” dedi yine. “Olmaz” deyince ben, “Sen çek o zaman” dedi… O bölümü ben çektim işte. Bu hastalığından falan da değildi. Bana insiyatif vermek öne çıkarmak içindi, birçok filmde böyle anlar oldu.
METİN VE BEN HABABAM SINIFI’NDA NEDEN OYNAYAMADIK?
* O zamanki yönetmenlerin firma sahiplerinin hepsi biraz egoisttir. Ben de öyleyim. Yanında çalışanın başkasıyla çalışmasını istemezler. Osman Seden mesela büyük yönetmendi. Bir tarihlerin de büyük patronuydu. Kaç tane kadın oyuncu var; diyelim Türkân Şoray, Hülya Koçyiğit, Fatma Girik vs… Beş kişi mi var, ancak ikisini kullanabildiği halde beşine birden para verir ve tutardı. Başkası kullanmasın diye.
* Ertem Ağabey’in yanında çalışmaya başladığımızda çok net bir tavır konmasa bile anladık ki başka yerde çalışmamızı istemiyordu. Ama bize de ciddi teklifler geliyordu. Çok daha büyük paralar… Gittim konuştum, “Mahzuru var mı boş tarihlerde başka yerde çalışsam” diye. Baştan “Yok” dediyse de çok sevmedi. Bir yerden sonra da lisanı münasiple “Bu şekilde olmayacak, çalışmayalım” diye bizi kovdu.
* O dönemler Hababam Sınıfı’nı o ekibe getirmiştim. Başkaları başka şeyler söyleyebilir çok net söylüyorum: Hababam’ı oynamayı isteyen bendim. Ama Metin ve benim Hababam’da yer almamamızın hikâyesi de budur. Tabii bu durum aramızı açmadı. Her sıkıştığımda ona telefon ettim; o da benin yönetmenliğimi her fırsatta övmüştür.
TÜRKİYE’NİN RUHU DUYGUSAL KOMEDİLERE YATKINDIR
* Esasen Ertem Ağabey’in müthiş becerisiydi o dönem çektiğimiz filmler. Ama bu noktaya gelirken onunla çok tartıştığımız da oldu. Arzu Film’in bürosundaydık bir gün. Senaryo konuşuyorduk. Bağırmaya başladım yahu. “Sizin gibi bir adam nasıl böyle düşünür, olur mu öyle şey, kuralında oynayalım” dedim. Kural, içinde duygusal öğeler olan komik film çekmektir. Duygusal film çekeceğim, kadroyu ona göre kuracağım, arada bir iki komedyen olacak onlar da komik öğeleri teşkil edecekler… Böyle olmaz. Ayır o zaman kardeşim, duygusal film çekiyorsan bırak komik öğe aramayı.
* Ertem Ağabey’e bu konuda itiraz etmek kolay değildi ama bizim ruhumuza daha yakın olan da budur: İçinde duygusal öğeler de olan komik filmler. İki filminin üst üste gişesi kötü gitmişti; o da duygusal film çekip işini garantiye almak istiyordu. Arada da hafif tırmalayıp güldürmek… O bir korkunun sonucuydu. Nitekim ilk fimlerde, güldürüyü sarsmaya başladığımız filmlerde de o endişesini sezerdim, sonra bitti ve sonuna kadar böyle gitti.
* Hatta Arabesk’e geldiği noktada absürtü bile denemeye başladı. Kolay değildir. Ama yine saygımdan söylüyorum. O dönemdeki filmlerin büyük bir kısmı, bu benim değil bu işi bilenlerin söylediğidir, döneminin dünyadaki en iddialı filmleridir. Komedi filmleri olarak.
* Filmlerde bir iyimserlik havası vardı. Yeşilçam’da genel olarak bu vardı o zamanlar. Bir fakir kız-zengin oğlan filmi çekiyorsak biz hep fakir kızın yanındaydık, fakir kız ya da fakir oğlan hep kazanırdı. İstersen ülkenin genel iyimser, yardımsever havası da diyebilirsin bu.
* Ben de bazı filmleri öyle sulugöz izlerim. Mesela ‘Güle Güle’… Kendi filmimi seyrediyorum, başladım ağlamaya, düşünebiliyor musunuz? (Gülüyor). Ara oldu sinemada, üstümü başımı düzeltmeye çalıştım. Neyse sonra baktım herkes hüngür hüngür ağlıyor…
* Cennet Mahallesi diye bir Roman dizisi çektik, biliyorsunuz. Uzun sürdü ve çok başarılı oldu ama nedense sıkıldı insanlar. Türker Bey de oyuncular da sıkıldı; noktaladık. Bir süre sonra devamını çekelim, dendi. “Yanlış” dedim ama yaptık. ‘Görgüsüzler’ diye bir diziye başladık. İlk seriyi hatırlarsınız, yoksul bir Roman mahallesi ama mutlular… Yeni dizide para geldi bunlara bir yerden, Sayısal Loto’dan falan, para kazandılar sınıf atladılar. Mahallerini aşağılayarak terk ettiler. Üçüncü bölümdeki o ilgili senaryoyu okudum, “Üç bölüm ya gider ya gitmez” dedim. Bizim bütün gücümüz o sıkıntı içinde yaşayan insanların güzelliklerini öne çıkarmaktı. Sen şöyle bir film düşünebilir misin: Zengin kız fakir oğlan, oğlanı yerden yere vur, sürünsün, sonra da intihar etsin; zengini de pohpohla… Böyle bir film tutar mı ya, nitekim altıncı bölümde bitti.
* Halkın büyük bölümü bundan yana. Seyredip ağlarlar. Beri yandan, tuhaf bir şey de var. Bir herif duygusal film seyredip ağlar, sonra gider karısını öldürür ertesi gün. Böyle de garip bir milletiz.
BİR EŞİĞİ GEÇERSİN HERKES SANA GÜLER
Bir yerde bir sempati yaratırsan sonra sürekli dikkati çekiyorsun. Komedi oyuncularında vardır mesela, belli bir yere kadar insanları güldürmek için çok uğraşırsın, kıçından ter akıtırsın senin anlayacağın. Ama bir yerde bir engeli aşarsın, ondan sonra ne yaparsan yap gülerler, ne yaparsan yap! Bana bakarak bunu söyleyenler oldu “Ağabey biz kıçımızı yırtıyoruz, niye olmuyor” diye. “Eğitim aldık, öğretilen her şeyi doğru yaptığımızı düşünüyoruz ama siz şöyle yapıyorsunuz kafanızı gülüyorlar.” Şaşırıyorlar. Bu kadar tecrübeyi hesaba katmıyorlar… Hesabını veremediğim hiçbir işim olmadı ama. Altına imza atmayacağım hiçbir işim olmadı.