Güncelleme Tarihi:
Sahne şöyle: Williamsburg’ün güney kısmında kalan bir mahalle barı, Miusa... 20 kişilik masa Brooklyn’in özeti gibi: İtalyan, Fransız, Türk, Amerikalı, İsveçli, İngiliz, İranlı... Sanatçısı, girişimcisi, beyaz yakalısı, gazetecisi, müzisyeni... Seçimin rengi belli oldukça; ‘balkon konuşması’ndan tutun, televizyondaki uzmanların tespit adına söyleyeceklerine, “Bakın, şimdi şöyle olacak” dediklerimin hepsi harfiyen gerçekleşiyor. Türkiye’de son seçimlerde oy kullanmış, sonuçları takip etmiş herhangi biri olmak, beni Amerika’da politikayla ilgili ‘tam isabet’ tespitlerde bulunacak kadar uzman biri yapıyor. Fırsatlar ülkesi!
FÖTR ŞAPKALI, COOL BAKIŞLI ‘HİPSTER’ KIZLAR DARMADUMAN
Sabaha karşı, bar çıkışı, ezelden New Yorklu olduğu her halinden belli biri, yolumu kesiyor: “Bayım, siz düzgün birine benziyorsunuz. Lütfen bu ülkeye inancınızı yitirmeyin, gitmeyin, bizi bırakmayın.”
Ertesi sabah, evimin bulunduğu sokağın karşısındaki küçük kahveci Bakeri’nin kapısında bir post-it: “Üzgünüm, bugün yapamadım” ve altında Hillary Clinton desteğinin sembol hashtag’ine dönüşen ‘#imwithher’ (onunlayım) imzası... Kimsenin kımıldayacak hali yok.
Brooklyn ile Manhattan’ı birbirine bağlayan, hafta içi sabah saatlerinde metrekare başına düşen insan sayısıyla metrobüsü aratmayan L hattı, sanki Brooklyn’in cenazesini kaldırıyor. Bedford durağı, biraz da muhitin havasından, her gün dünyanın farklı bir yerinden müzikle, çeşitliliğin kutlandığı bir nokta. Seçimin ertesi sabahı, sanki tüm o farklı sesleri biri yutmuş; ağzında tek dişi kalmış Amerikalı bir ihtiyar, elinde eski bir gitar, en bilindik ‘vatansever şarkılar’dan birini, ‘America the Beautiful’u söylüyor. Yanımdaki fötr şapkalı, cool bakışlı ‘hipster’ kızlar darmaduman, salya sümük!
‘KADINIM, EŞCİNSELİM, LATİNİM... YALNIZ HİSSEDİYORUM...’
Metro insanlarının yüzlerindeki endişe, korku ve öfkeyi okumak için uzmanlık gerekmiyor. Ayakta olanların tutunabilmesi için konmuş demir borunun etrafında üç kişiyiz. Yaşı daha küçük olan, ancak bir yakınını kaybetmiş birinin gözlerinde yakalayacağınız bir ‘bitmişlik’le bakıyor etrafa. Yaşı daha geçkin olanın göz ucuyla telefonundan bir New Yorker analizi okuduğunu görüyorum. Bir anda ağlamaya başlıyor. Tesellisi bize düşüyor. Bir Türk’ün omzuna yaslanırken ironinin farkında olmadan içini döküyor: “Mesele Trump ya da Hillary değil. ‘İnsanlık’ kaybetti. ‘Nefret’ kazandı. Ötekileştirme başladı. Asıl ona ağlıyorum.”
Baş döndürücü temposuyla meşhur şehrin dillendirilmemiş kurallarından biridir: Herkesin acelesi vardır, kimseyi lafa tutmak istemezsin. Bugün durum farklı. İç çekişinizi duyan lafa giriyor. Üzüntüsünü kusuyor.
Union Square durağındaki müzisyenin önündeki kartonda, popüler Instagram etiketi yazılı; ‘#aboutlastnight’ (dün akşam hakkında), şarkısını Trump’a ithaf ediyor: ‘Killing Me Softly’ (Beni yavaşça öldürüyorsun).
Union Square’de öğle saatleri... Henüz akşam yapılacak protestonun duyurusu yayılmamış, meydandaki tek tük genç, ellerinde pankartları, sessizce duruyor: “Kadınım... Yalnız hissediyorum... Korkuyorum”, “Eşcinselim... Yalnız hissediyorum... Korkuyorum...”, “Latinim... Yalnız hissediyorum... Korkuyorum...”
Akşam, Union Square’deki protesto kalabalığını geride bırakıp Soho’ya doğru yürüyorum. Turist kalabalığından sıyrılıp sadece şehir sakinlerinin ilgisini çeken noktaları gözüme kestiriyorum: Taco restoranı Tacombi, bağımsız kitapçı McNally Jackson, havalı spor kulübü Equinox...
Tacombi’deki Latin garson elimdeki New York Times gazetesinin manşetini süsleyen Trump ailesinin fotoğrafını işaret ederek lafa giriyor: “Ne kadar mutlu bir aile değil mi?” Yüzündeki kaygının üzerine bir roman yazılır. Doğma büyüme New York’luların “Sizi bırakmayacağız” demelerinden ne kadar da duygulandığını anlatıyor, “Amerika’nın en çok satan Meksika birasının satışı bir günde yüzde sekiz düştü. Başkan olduktan sonra istediği kadar ılımlı olmaya çalışsın, ayrımcı dili sokağa yaydı bir kere. Geçmiş olsun!” diyor.
‘NEYİ PROTESTO EDECEĞİZ, DEMOKRASİYİ Mİ?’
Birkaç blok ötede, McNally Jackson’ın vitrinindeki bir etkinlik afişine takılıyor gözüm. Brooklyn’in yerel kahramanlarından, Diner ve Merlow&Sons’un şefi Anna Dunn yeni yemek kitabını anlatacak. Salonun canı sıkkın. Etkinliği ertelemekten son dakika vazgeçmişler. Kimsenin yemek, kitap konuşacak hali yok. İkinci dakikadan itibaren sadece seçim sonuçları konuşuluyor: “Ülkenin yarısının oylarıyla başkan seçildi. Neyi protesto edeceğiz? Demokrasiyi mi” diyen de var, bunların ‘barış ve birlik buluşmaları’ olması gerektiğini söyleyen de... Söyleşi bir anda ‘aktivistler toplantısı’na dönüşüyor ve ‘neler yapabiliriz’ kararları alınıyor!
Az ileride, ikisi erkek, biri kız, yakışıklı ve güzel bir grup, spor çıkışı Brooklyn’e dönmeden önce Trump Towers önündeki kalabalığa destek vermek için yolunu değiştirmeyi konuşuyor. “Ülkem elimden alınmış gibi hissediyorum. Biz, böyle değildik” diyorlar. “Anlıyorum” bakışıma karşılık, “Hayır, anlaması çok zor” cevabını veriyorlar. Bu sefer bende derin bir iç çekiş...
Brooklyn’e dönüş yolunda, metroda aynı ses, aynı ritim: “Bu topraklar senin, bu topraklar benim... Tanrı, benim için Amerika’yı korusun.”