Güncelleme Tarihi:
Erika Matko’nun ya da Ingrid von Oelhafen’ın acılı hikâyesi bir yaz günü Avrupa’nın göbeğinde başladı. 1942 Ağustos’u, Celje, Slovenya... Genci yaşlısı yüzlerce kadın, eteklerinde, kucaklarında çocuklar, bebekler, bir okul bahçesini doldurmuş, Nazi askerlerinin emirlerini bekliyordu. Neden oraya toplandıklarından habersizlerdi. Nazi Almanya’sının ikinci adamı, dünyanın bugüne dek gördüğü en acımasız insanlardan Heinrich Himmler’in verdiği bir komut yüzünden orada olduklarını bilmiyorlardı. Korkudan kaskatı kesilmişlerdi.
Sonrası iç parçalayıcı... Askerler, çocukları annelerinin kucaklarından zorla alıp okul binasının içine götürüyordu. Çocukları içeride doktorlar bekliyordu. Onları tepeden tırnağa inceliyor, ellerindeki dosyalara, çizelgelere notlar alıyorlardı. Yaptıkları basit bir test değildi. Nazilerin kafayı taktığı üzere, çocukların ‘ırksal değerleri’ni ölçüyorlardı. Himmler, gelecekte Reich nüfusuna potansiyel katkı sunabilecek çocukların Alman işgali altındaki topraklarda da aranıp bulunmasını istemişti.
Doktorları, Yugoslavya’nın ücra bir kasabasına sürükleyen gerekçe, işte ‘Alman kanı’ standartlarına uygun kan taşıyan bu çocuklara ulaşmaktı. Anneleri bebeklerinden ayırıyor, aileleri evlerine geri gönderiyorlardı.
Erika Matko’nun hikâyesi böyle başladı. Nazi subaylarının elindeki çizelgelerdeki tüm şartlara uyan Erika, daha dokuz aylık bir bebekti. Öz anne babasını bir daha hiç göremeyecekti. Bir sonraki yuvası, Sauerbrunn Köyü’nden çok uzakta, Hamburg yakınlarındaki Bandekow kasabasındaydı. O artık Hermann ve Gisela von Oelhafen çiftinin çocuğuydu. Her şey Nazilerin ‘Lebensborn-Yaşam Pınarı’ adını verdikleri çarpık projenin gereklerine uygun gelişiyordu.
HİTLER’İN ÜSTÜN IRK SAPKINLIĞI
Lebensborn Projesi’nde yuvalarda kalan çocuklar rejimin direktiflerine göre yetiştiriliyordu.
Bugüne dek Nazi Almanya’sının akıl almaz gaddarlığı hakkında, yürek burkucu çok hikâye anlatıldı. Toplama kamplarından gaz odalarına, ölüm makinelerinden yeni doğan çocuklar üzerinde yapılan deneylere, çok yakın geçmişteki bu sistematik zorbalığın türlü ayrıntısını dinledik, okuduk. Ama çok az bilinen ve üzerinde konuşmaktan kaçılan bazı meseleler, Nazi karanlığının etkisinin halen devam ettiğini gösteriyor. Bu konulardan biri de Lebensborn projesi.
Celje, Slovenya, 1942. Çocuklar Nazi subayları tarafından burada incelendi.
Erika Matko’nun hikâyesine dönmeden önce, tarihte biraz daha geriye gidelim. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya, nüfus dengesizliğinin sıkıntılarını yaşıyordu. Erkek nüfusu çok azalmış, doğum oranları düşmüştü. Hem bu faktör hem de Hitler’in ‘üstün ırk’ sapkınlığı, Nazi Almanyası’nın 1935 yılından itibaren ‘Lebensborn’ programını hayata geçirmesine yol açtı.
SS’lerin başındaki Heinrich Himmler.
Programa dahil olan ‘yuva’lar, (Almanca adıyla ‘heim’) en başta SS subaylarının eşleri için bir doğum ve çocuk bakım ünitesi işlevi görüyordu. Bunlar, zamanla evlilik dışı ilişkilerden hamile kalan Alman kadınlarının, çocuğun ‘ırksal değerini’ ispatladığı takdirde doğumunun ve bakımının üstlenildiği, çocuğun da rejimin değerlerine göre yetiştirildiği yuvalara dönüştü. Kimi zaman, gencecik Alman kızlar, ‘Führer’lerine bir çocuk ‘hediye etmek’ için hamile kalıyor; ardından da bu evlere gidiyorlardı. Bazı örneklerde de evlilik dışı ilişkilerden hamile kalanlar, toplum baskısıyla karşılaşmamak için geliyorlardı.
Lebensborn programı bu kadarla kalmadı. İkinci Dünya Savaşı sırasında, Nazi subayları tarafından hamile bırakılan kadınlar da, işgal bölgelerinde kurulan benzer evlere alındı.
BELGELER KAYIP
Yine de esas hamle daha sonra gelecekti. Nazilerin işgal ettiği coğrafyalarda, özellikle de Slovenya ve Polonya’da, ‘üstün Aryan ırkı’na mensup olabileceği düşünülen yüz binlerce çocuğun kaçırılarak Lebensborn’a dahil edilmesi kararlaştırıldı. Bu yabancı çocukların, yuvalarda bir süre kaldıktan sonra da rejimin uygun gördüğü ailelerin yanında yetişmesi sağlanıyordu. Uyum sağlayamayanlar toplama kamplarına gönderiliyordu. Nazilerin, ilgili evrakı savaş bitmeden evvel önemli ölçüde yok etmesi yüzünden tam olarak kaç çocuğun bu şekilde kaçırıldığı bilinmiyor. Kesin olan tek şey, bu çocukların hiçbirinin öz ailelerine geri dönemediği.
Sonuç: Bugünün Almanya’sında artık yetmişli, seksenli yaşlarını süren bu insanlar, Lebensborn’dan haberdarlar ama önemli bir bölümü gerçek anne-babalarının kimliğini hiçbir zaman ortaya çıkaramadı.
MEZARA GİDEN SIRLAR
‘Hitler’in Unutulan Çocukları’ isimli kitabı Türkiye’de Beyaz Baykuş Yayınları tarafından piyasaya sürülen Ingrid von Oelhafen onlardan biri. Almanya’ya getirildikten sonra Ingrid adını alan, savaşın ardından hayatını çoğunlukla ona neden soğuk davrandığını bilmediği annesinden uzak, yetiştirme yurtlarında geçiren Erika Matko ile kitabı hakkında yazışıyoruz. Lebensborn’un Almanya’da halen travma olduğunu, savaş sonrasında hatta bugün bile ailelerin bu konuyu açık açık konuşmaktan korktuğunu anlatıyor: “Lebensborn’dan hiç söz edilmezdi, çünkü ebeveynler bu konuyu çocuklarıyla neredeyse hiç konuşmazlardı. Ta ki çocuklar belirli bir yaşa gelip konuyu sorgulamaya başlayıncaya kadar. O zaman bile soruları nadiren cevaplanır veya hiç cevap alamazlardı. Ailelerin bir çoğu bu utanç verici konuyu mezara kadar götürdüler.”
Ingrid von Oelhafen
Zaten Ingrid de kim olduğunu ailesinden öğrenmedi. ‘Evlatlık’ olduğunu ona evdeki yardımcı kadın söyleyecekti. ‘Kimden’ olduğunu ise kimse söylemedi. 15 yaşında Hamburg sokaklarında kendi fotoğrafını da içeren ve “Ailelerinden ayrı çocukları anne babalarıyla buluşturalım” diyen bir Kızılhaç posteriyle burun buruna gelene dek, gerçek ailesi hakkında en ufak bir fikri bile olmadı (Kızılhaç’a üvey annesinin başvurduğunu düşünüyor). Annesi, o daha 20 yaşındayken kaza geçirdiği için bir daha da soramadı. Slovenya’daki gerçek ailesi de onu aramamıştı. Ingrid von Oelhafen, böylece Lebensborn programındaki yüz binlerce çocuk gibi ‘kimliksiz’ kaldı. Ta ki 58 yaşındayken, fizyoterapistlik yaptığı kliniğe Kızılhaç’tan bir telefon gelene kadar... Görünen o ki, işin ucunu bırakmayan bir tarihçi Ingrid’e kim olduğunun izini sürmesinde yardım edebilecekti.
Ingrid von Oelhafen üç yaşında, üvey kardeşi Dietmar ile.
Gerisi arşivde (bir kısmına erişim ancak 2007’de açılmıştı) geçirilen yıllar ve Slovenya’daki köyüne giden bağlantıları adım adım ortaya çıkarmasının hikâyesi.. “Biyolojik ailem artık hayatta değil, onlar için çok geç kaldım. Ayrıca kardeşlerim de ölmüşlerdi. Manevi kız kardeşim ve çocukları ile çok seyrek olsa da senede bir kez ‘Celje’nin kaybolan çocukları’ toplantısında bir araya geliyoruz.”
Ingrid von Oelhafen, tarihin en berbat zamanlarından 20’nci yüzyılın en trajik hikâyelerinden birinin kahramanı. Yine de hep iyimser olduğunu, kimliğini bulabildiği için kendini mutlu ve minnettar hissettiğini anlatıyor. Yaşadıklarının ağırlığından dolayı, bugünün en büyük sorununu da doğru değerlendirebiliyor. “Mültecilere dil edinimi konusunda yardımcı olmak istiyorum. Örneğin bu yaz Suriyeli bir kıza refakat ettim.” Elli yıl sonra yine aynı hikâyelerin yaşanmasını istemiyor Ingrid von Oelhafen...