Güncelleme Tarihi:
Gençliğini dikenli tellerin, Berlin Duvarı’nın gölgesinde geçirmiş Şansölye Angela Merkel, mültecilere kapıları sonuna kadar açtı.
Bugün Almanya’da 1 milyon mülteci var.
Fakat yaşlı kıtadan itiraz sesleri yükseliyor.
Irkçı partiler güç kazanıyor.
Günlük hayatta yabancı düşmanlığı artıyor.
Bu kritik günlerde Almanya’nın başkenti Berlin’deyiz.
Şam’dan Berlin’e uzanan ilham verici bir öykü anlatacağız. Üç ay önce batan bir gemide eşini kaybeden Suriyeli mülteci Mousen Alani…
Ve Mounes’in ailesine evini açan, Almanya’nın en ünlü gazetecisi, Bild’in yayın yönetmeni Kai Diekmann’layız.
Nereden esti evinizi Suriyeli bir aileye açmak?
- Her yaz, en yakın arkadaşım Ertuğrul Özkök ile Türkiye’de ve bir Yunan adasında tatil yaparız. Bu yıl Bodrum üzerinden Leros’a gittik. Aylan olayı patlamadan hemen önceydi. Güzel bir restorana yemeğe giderken karakolun önünde yüzlerce insan gördüm. Şaşırdım, çok çaresiz hissettim kendimi. Bir şey yapmak istedim. İki gün sonra ailemle konuştum ve bir aileyi misafir etmeye karar verdik. Suriye’ye gidip gelen bir muhabirimizden yardım istedim. 48 saat sonra “Birini bulduk” dedi. Libya’da batan bir gemide eşini kaybeden bir adam ve iki çocuğu...
Eşiniz ne dedi?
- Bayıldı fikre. Ailede herkes bir şey yapmak istedi. Evimizi açarak sorumluluk aldık.
Biliyor muydunuz nasıl birinin geleceğini?
- En ufak fikrim yoktu.
Nasıl tanıştınız?
- Mounes Berlin’e geldiğinde biz Hamburg’daydık. Evdeki çalışanlar onu çok sıcak bir akşam yemeğiyle karşıladı. Bana da o masadan bir fotoğraf yolladılar. Hemen aradım ve ona şunu söyledim: “Artık güvendesin.” Ertesi sabah çocuklarımız tanışmış. Birbirlerini anlamasalar da futbol oynamışlar. Tüm dünyanın ortak diliyle kaynaşmışlar. Cuma günü de ben döndüm.
Türk arkadaştan seccade ve Kâbe’yi gösteren pusula İlk neyi konuştunuz?
- “Neye ihtiyacınız var?” diye sordum. Giysi listesi yaptık. Evden çıkmamasını söyledim çünkü kaçaktı. İtalya’dan doğrudan bize geldi. Normalde iltica başvurusunu yapıp bir kampta beklemesi gerekiyordu. Berlin’den 50 kilometre uzakta bir yerde... Sonra benden ne istedi biliyor musun?
Ne?
- (Mounes araya giriyor) : Türk kahvesi!
Kai: Evet, bir de halı. Namaz kılmak için. Seccade...
- Evet, bir Türk arkadaşımdan seccade ve Kâbe’yi gösteren pusula buldum. Öğrendim ki Mounes iyi bir Müslüman. Hiç içki içmiyor, domuz eti yemiyor. Kuralları baştan koyduk: Bak, buluştuğumuz zamanlarda ben bira ya da şarap içerim.
Mounes: Evet, ben de çay ya da kahve içiyorum.
Kai: E, arada parti veriyorum. Onu uyardım: Burada herkes içer ve sürekli mangalda domuz sosisi pişer. Ama ona, helal alışveriş yapabileceği bir Türk marketi bulduk.
Evden çıkabildi mi sonunda?
- Potsdam idaresi onu kampa geri çağırdı. Biraz kavga ettim. “Gelin alın o zaman” dedim. Gelemediler tabii. İki hafta geçti, baktılar alamayacaklar, ne yaptılar biliyor musun?
Ne?
- Benim evime mülteci kampı statüsü verdiler! Almanya’da bürokrasi her şeydir. Bir tebligat geldi: “Acilen ‘nokta nokta’ adındaki mülteci kampına gitmesi gerekiyor” diye. Adres benim evim! Böylece bürokrasiye uydurmuş oldular. Evim de resmen mülteci kampı oldu!
Mounes: Evet ama yok böyle bir mülteci kampı! Onu söyleyeyim!
Hükümet hiç destek verdi mi?
Kai: Aylık 600 Euro gibi bir destek önerdiler ama “Onlar bizim arkadaşımız” dedim. Reddettim. Üç kişilik bir aile için gülünç bir rakam zaten.
Ev büyük mü?
- Epeyce büyük çünkü kalabalık bir aileyiz. Mounes’ler yandaki misafir evinde kalıyor.
Yemekleri beraber mi yiyorsunuz?
- Evet, fırsat buldukça. Mounes haber veriyor geleceği zaman...
Çocuklar nasıl karşılıyor yeni misafirleri?
- Mounes’in büyük oğlu Halil yedi yaşında. Benimkiler Katolik okuluna gidiyor. Okulu Katolik Kilisesi yönetiyor. Mounes’e “Sen bilirsin ama oğlun için aynı okulu tavsiye ederim” dedim. Kabul etti. Bu okulun tarihindeki ilk Müslüman öğrenci. Büyük kızım çok ilgileniyor. Onu ablalık yaparken görmek hoşuma gidiyor. Benim iki çocuğumla onunkiler beraber okula gidip geliyor. Bu sorun, insanları kamplarda tutarak çözülmez. Bu şekilde, hayata sokarak çözülür. Herkesin büyük bir evi olmayabilir ama herkes sorumluluk alabilir. Komşularımız bir kampa gidip Almanca dersi veriyorlar örneğin.
Tanıdığınız kimse sizin gibi evini açtı mı?
- Evet, mahallede bir komşumuz daha açtı. Hem de Mounes’in kaybettiği eşinin kız kardeşi ve ailesine... Bir kamptalardı, onları bulup buraya getirdik.
Mounes nasıl idare ediyor sizce durumu?
- O bir ‘survivor’. Hayatta kalma uzmanı... Ben nasıl yapardım, bilemiyorum. Karısını sadece üç ay önce kaybetti. Onun bunu düşünmeye zamanı yok. Çocukları var. Berlin’de bir psikiyatra gittik. Çocukların çok ağır travma yaşamasından korkuyorduk. Meğerse çocukların yaşadığı acı daha az karmaşıkmış. Mounes’in sorunu çok daha büyükmüş. İlk kez, orada konuşurken tamamen kendisini kaybettiğine, çöktüğüne tanıklık ettim. Doktor çocukları dışarı gönderdi.
Siz Mounes’ten ne öğrendiniz?
- Hayatını nasıl toparladığını görmek, her şeyi yeniden inşa etmesini gözlemlemek etkileyici ve heyecan vericiydi. Bazen öyle saçmalıyordum ki. Bir gün ona “Sen eskiden iyi bir yüzücüymüşsün. Evin yakınındaki gölde yüzeceksen acele et, yakında havalar soğur” dedim. Bana sessizce baktı ve “Kai, çok uzun bir süre suya gireceğimi sanmıyorum” dedi.
Bu meseleyle ilgili Arapça bir sayfa hazırlamışsınız...
- Mülteci kamplarında dağıtmak üzere bir gazete hazırladık. Arka sayfada anayasadan bahsediyor. Ne anlama geldiğini, burada yaşamanın kurallarını açıkladık.
Nedir kurallar?
- Burası Kuran ya da İncil ile değil, Alman anayasasıyla yönetilir. Almanya’da anayasa dinin üzerindedir. Tolerans gibi kavramlar çok önemlidir ama anayasa daha önemlidir. Bizi bu noktaya getiren, bu ilkedir.
Nerelisiniz?
Mounes: Şam yakınlarında Jdeidat Artouz’da yaşıyordum. Kimyasal silahların atıldığı bölgeye yakın...
Sünni misiniz?
- Evet.
Neden ülkenizi terk ettiniz?
- Mart 2011’de devrim başladı. İşler her geçen gün kötüye gitti. İnsanlar her şeyin Arap Baharı’ndaki gibi hızlı ilerleyeceğini sandı. Ama işler farklıydı.
Mutlu muydunuz devrimden önce?
- Her şey iyiydi, insanların ayaklanmasına sebep olacak şeyler dışında! Ben inşaat mühendisiyim. Şu dışarıda gördüklerine benzeyen binalar dikiyorum. 15 kişilik küçük bir inşaat şirketim vardı. Şam’da ve çevresinde iş yapıyorduk. Durumum iyi sayılırdı. İşler devrimden sonra değişti. Dayanmaya çalıştık. Hayatta kalmaya, işimizi gücümüzü korumaya... 2012 sonlarında artık başımıza bombalar yağıyordu. Evim havan ateşinde hasar gördü. Burada artık yaşayamayacağımı anladım.
İşler tamamen durdu tabii.
- Binalar yıkılırken nasıl, nereye bina yapayım?
Hep Şam’da mı yaşadınız? Nerede okudunuz?
- Şam Üniversitesi’nde mühendislik okudum. Hep orada yaşadım. Kendi ülkemde isim yapmak, üretmek istedim. Birçok arkadaşım kolay para için Körfez ülkelerine gitti. Ben kalmak istedim ve başardım da.
Ne zaman karar verdiniz gitmeye?
- 33’üncü yaş günümde. 12 Ekim 2012 Suriye’nin en kötü gecesiydi. Öleceğimizi düşündük. Herkes birbiriyle helalleşiyordu. İsyancılarla hükümet güçleri çatışıyor, biz de gizlice pencereden izliyorduk. Sonra hükümet civardaki tepelerden kenti vurmaya başladı.
Sizin bulunduğunuz yer isyancıların elinde miydi?
- Tam değil. İki taraf da vardı. Ama bombalar ayrım gözetmedi. “Gidiyoruz” dedim. O zaman Mısır, kaçan Suriyeliler için popülerdi. Sonra kapıları kapadılar.
Nasıl gittiniz Mısır’a?
- Uçakla Kahire’ye gittik. Oradan Kızıldeniz kıyısındaki Hurgada’ya.. İyi bir iş buldum, hayatımız iyiye gitti. Sonra bir sağlık sorunum ortaya çıktı, belimde. İş yapamaz hale geldim. Mısır güzel bir ülke ama 100 milyon kişi var, çoğu yoksul. Mısır’da iyi bir hayat için çok ağır çalışmanız gerekir. Bunu yapamaz hale geldim, Haziran 2013’te işimi bırakmak zorunda kaldım. Askeri darbeden 20 gün önce... Çok üzgündüm ayrılırken. Kızıldeniz o kadar güzeldi ki. Ama sağlığımı yitirirsem yeni bir trajediyle karşılaşacaktık. Tabii o zaman kaderin bizim için daha büyük bir felaket hazırladığını bilmiyorduk.
Nereye gittiniz Mısır’dan?
- Tek şansımız Libya’ydı. Türkiye çok zor. Dili öğrenmemiz gerekecek vs. Körfez ülkeleri tüm kapıları yüzümüze kapadı. Eskiden deneyimimizi, bilgimizi kullanmak isterlerdi. Gerçekten kötü davrandılar.
Libya nasıldı?
- Başta zorlandım ama sonra iyi bir iş buldum. Ama Libya iyi bir yer değil. Irkçılar. Yabancılardan nefret ediyorlar. Bir de yarın ne olacağı belli değil. Trablus’ta yine savaş çıktı. Hayda! Bize yine yol göründü. Tam bir yıl önce. Artık gidecek yer kalmadı. Güney, doğu, batı... Sadece denizden kuzeye, Avrupa’ya gidebilirdik. Ben bunu hiç istemiyordum. Hep “Hayır, buna ihtiyacım yok” dedim. Bizim Arap ülkelerinde yaşamak istiyordum.
Neden Avrupa’yı istemediniz? Gurur mu yaptınız?
- Mülteci olma fikrini kabul edemiyordum. Ben bir liderdim.
(Burada odadaki Alman gazeteci arkadaşlara dönerek, hafif alaycı bir tonla, “Ben burada bir mülteciyim! Öyle değil mi?” diye sordu. Onlar “Hayır, bizim misafirimizsin” deyince, “Bizi gerçekten de konuğunuz gibi hissettiriyorsunuz. Ve bunun için size minnettarız. Ama yüreğimizin derinliklerinde, aklımızda biz mülteciyiz” dedi.)
Avrupa’ya gidebilirdik. Bunu hiç istemiyordum. Bizim Arap ülkelerinde yaşamak istiyordum. Mülteci olma fikrini kabul edemiyordum. Ben bir liderdim.
Ne zaman pes ettiniz?
- Ramazan, oruçluyuz. Hava 44 derece, çölün ortasındayız ve çatışmalarda 1 milyon litre petrol ateşe verildi. Evimiz cehennem yeri gibiydi. Orada pes ettim.
Nasıl ayarladınız Avrupa’ya geçişi?
- Tanıdık tavsiyesiyle bir kaçakçıyla bağlantı kurduk. Kişi başı 1600 Libya Dinarı istedi (1800 TL). 5 Ağustos gece yarısı Trablus’tan bizi modern bir BMW ile aldı. Evet, şaşırma! Kaçakçılar çok zengin! Bizim kanımızı içerek lüks içinde yaşıyorlar. Sonra Ain Zara’ya vardık. Orada da bizi evinde ağırladı. Bir 4x4 ciple deniz kıyısına gittik. Zifiri karanlıktı. Kendi elimi bile göremiyordum. Tek bir ışık vardı. Binmemiz gereken geminin ışığı. 650 kişi bekliyordu bu sahilde. Bizi 100’er kişilik gruplara böldüler. Sonra büyük, siyah bir zodyak geldi. Sahile değil, 100 metre açığa... Denizin içinde yürüye yürüye gittik. 100 kişi bir zodyaktaydık!
Nasıl olur?
- İnsanları üst üste koydular. Aşağıda eziliyordum. Nefessiz kaldım çocuklarımla. Sonra gemiye ulaştık. Çocuklarımı, karımı o sakat belimle yukarı fırlattım. Nasıl yaptım, Allah biliyor. Gemiye girer girmez hoş geldin, kaçakçılardan biri tekme attı! İşte sana resmini göstereyim. Cezayirli... 5 kişilerdi. Libyalı ve Tunuslular da vardı.
Neden tekme attı durduk yerde?
Oturmam için, göğsüme tekme attı. Karıma da bağırdılar ve suratına çanta fırlattılar.
Neden?
- Ruh hastaları. Kan ticareti yapan insanlardan ne beklersin ki? Bir saat sonra geminin motoru durdu. Ağlamaya, dua etmeye başladık. Tamir ettiler. Sabah oldu, öğlen 12 gibi su almaya başladık. 1-2 saate gemi batacak gibiydi. Hayal edemezsin 624 kişinin halini. Ağlayanlar, dua edenler... Yaşlı, kadın, 40 günlük bir bebek, down sendromlu bir çocuk... Deli gibi suyu boşaltmaya çalışıyorduk. Sonra öğrendik ki hepsi oyunmuş. Tıpayı açmışlar, panik yaşansın, civardaki kurtarma gemileri gelsin diye. Libya karasularından çıkınca motoru da kapattılar. Bozulmuş süsü vermek için...
Geldi mi gemiler?
- Kızılhaç, İrlanda ve İtalyan gemisi vardı üç tane. İyi oldu. Fakat bizim aptal herifler Bangladeşli, Afrikalı kalabalığın nasıl paniğe uğrayacağını hesaba katmadılar. Onlar aniden bir tarafa yüklenince gemi yan yattı, sonunda pat diye battı. Çelik, uzun direkli bir balıkçı teknesi. Bize binmeden önce ne kadar güvenli, sağlam olduğunu anlatmışlardı. Uzun bir direği var. Ahşap olsa devrilir ama batmazdı. Çelik gemi, direk aşağı çekince bir ok gibi suya gömüldü. 250 kişiyi kaptı ve dibe gömdü. Cesetleri bile bulunamadı. Çocuklar, kadınlar... Biz güvertedeydik. Ben sırtımı yaslamıştım geminin kenarına. Batarken çarptı kafama, işte izi burada. 10 santimetre daha içerde kalsaydım beni de kapıp aşağı çekecekti. Birden kendimizi suda bulduk.
Yüzme biliyor musunuz?
- Evet. Durmadan bir- iki kilometre yüzebilirim ama yüzme havuzunda. Allah’ın unuttuğu bir yerde, bu şartlarda değil. Karım, büyük oğlum ve ben sudaydık. Küçük oğlum yoktu. Bir Afrikalı panikle bacaklarıma yapıştı, çığlık atıyor, bırakmıyordu bir türlü. Kurtulmaya çalışıyordum. Bir tahta platforma bıraktım onu. Baktım arkada karım... Bağırıyordu: “Ölüyorum, ölüyorum” diye.
Yüzme biliyor muydu?
- Evet, ama çok korkmuştu. Sonra birdenbire sustu. “Hoh” diye çıkan nefesini duydum. Gitti... Ne su yuttu ne dibe battı ne de yaralandı. Öyle ölüverdi (Mounes burada durdu ve ağlamaya başladı).
Başınız sağ olsun, çok üzüldüm...
- Evet, öldü... Anlamadım öldüğünü, başını yukarı çevirdim. Onu o şekilde çekmeye başladım suda yarım saat kadar. Yardım gelecek ve onu suni teneffüsle filan uyandıracaklar sanıyordum. Birçok kişi 12 saat suda kalıyor ama hiçbir şey olmuyor. Buralardalar, İsveç’e, oraya buraya ulaşabildiler. Ama benim karım onlardan biri değil. Down sendromlu çocuk hayatta kalmayı başardı, ama karım yapamadı. Ah Allahım! Sanırım kalp krizi geçirdi. Korkudan oldu... Başından beri hep korktu, tereddüt ediyordu. Sanki içinden biliyordu. Ama yine yola çıkmak istedi.
Kaç yaşındaydı?
- Nesrin 34 yaşındaydı.
Ne zaman anladınız öldüğünü?
- Altı gün sonra. İrlanda yardım gemisine çıkınca beni sağlıklı insanların arasına aldılar, onu başka bir yere... Hiçbir açıklama yapmadılar. Bazıları başka bir gemiye, bazıları bir helikoptere bindirildi. Hastaneye gittiğini sandım. 26 ceset arasında onunkinin olacağını düşünmemiştim. Sonra küçük çocuğumu aramaya başladım ağlaya ağlaya... Onu gemi batınca kaybettim. O kadar minik ki kurtulabileceğine ihtimal vermiyordum. Üç saat sonra tuvalete gittim. Birdenbire kapı açıldı ve Halil’i, arkasından da minik oğlum Vard’ı gördüm. Nasıl sevindiğimi izah edemem.
Sudayken insan ne hissediyor? Düşünebiliyor mu?
- Hem de öyle bir düşünüyorsun ki... Tuhaf, korkuyla karışık bir şey... Öldükten sonra bana ne olacak? “Yüzde 90 ölüyorum” dedim. Dünyayla, hayatla vedalaştım içimden. Birimiz gerçekten de gitti. O ben de olabilirdim.
Eşinizin akıbetini nasıl öğrendiniz?
- Her gün soruyordum. Sonunda bildirdiler. Palermo’da 26 mülteciyle birlikte gömmüşler. Oraya gittim. Bana bir katalog getirdiler. Ceset kataloğu... Mobilya kataloğu gibi! Hepsine baktım. 17 numaraya geldiğimde, onu görmüşüm ama tanıyamadım. 24 saat güneşin altında kalınca her şey değişiyor. Yaşadıklarım içinde en berbat an buydu. Yüzü çok kötü durumdaydı. O bunu hiç hak etmedi.
Nereden anladınız o olduğunu?
- Sayfayı geri çevirdim, eşyalarını görünce anladım.
Ne hissettiniz o anda?
- Bak, şuradaki masa lambasını görüyorsun. Çalışması için 220 volt gerekir. 380 volt verirsen patlar. Öyle tuhaf bir şey... Başımda sanki bir elektrik şoku hissettim. Ağlayamadım, konuşamadım, hiçbir şey söyleyemedim. Sadece bir sure geldi aklıma: “Müjdele o sabredenleri. Biz Allah’a aidiz ve sonunda O’na döneceğiz.”
Kaçakçılara ne oldu?
- Mahkemeye çıkarıldılar, biz de tanık olduk.
Neyle suçlandılar?
- Cinayetle. Müebbet hapis cezası aldılar.
Ya Libya’daki BMW’li arkadaş?
- Libya’ya erişemiyorlar. Doğru dürüst devlet yok, Interpol giremiyor. Ama bu kişisel bir mesele. Biz yakınlarını kaybeden 15 kişi oradakilerin de gereken cezayı alması için elimizden geleni ardımıza koymayacağız.
Almanya’da başka mültecilerle aranız nasıl?
- Taşı kaldırsan altından mülteci çıkıyor! Bunu benim söylemem komik tabii. 1 milyon kişi oldu, değil mi? Hayat ne garip! Bir gün ev sahibisin, bir gün misafir. Eskiden Iraklılar bize gelirdi, şimdi biz ülkemizden olduk.
Almanlar nasıl davranıyor? Hakaret eden, saldıran filan oldu mu?
- Bu konuda hiçbir şey söylemeyeceğim. Etrafınıza bakarsanız anlarsınız.
“Keşke Suriye’yi hiç terk etmeseydim” diyor musunuz?
- Evimi hiç bırakmasaydım keşke. Ama yanlış bir karar vermedim, hayatımızı kurtarmak için kaçmak
zorundaydım.
Burada hayatınız nasıl Kai ile?
- Suriye’dekinden çok daha iyi. Kai’nin evindeki sosyal hayatı anlatmam için kitap yazmam gerekir! Gerçekten bir aileler bize.
Hiç tartışıyor musunuz?
- (Kai araya giriyor) Evet, geçenlerde bir şeye kızdım. Ağzımdan hafif küfürlü bir kelime çıktı. Hemen “O kelimeye gerek yoktu” dedi.
Neydi konu?
Kai: Baldızının çocuğunun gideceği okulla ilgiliydi. Baldızının kararını anlayamadım, sinirlendim.
Mounes, Kai bir yayın yönetmeni. Onda şef editör hastalığı olabilir! Kontrol takıntısı filan...
- Evet, Kai ile gurur duyuyorum. Ama unutma, ben de bir zamanlar şeftim...