Güncelleme Tarihi:
“... İbrahim erkenden kalktı. Odunları oğlu İshak’ın sırtına yükledi. Ateşi ve bıçağı kendisi aldı. Tanrı’nın kendisine bildirdiği yere doğru yola çıktı. Üçüncü günün sonunda gidecekleri yere vardılar. İshak etrafına bakındı ve:
‘Baba’ dedi.
‘Evet oğlum’ diye cevap verdi
İbrahim.
‘Ateş burada. Odun da sırtımda. Keseceğimiz kuzu nerede baba?’
İbrahim, oğlunun sorusuna şöyle cevap verdi:
‘Kuzuyu Tanrı verecek oğlum...’
Tanrı kuzuyu gönderdi. İshak kurban olmaktan kurtuldu ve bayram böyle
başladı...”
***
Anadolu’da hekimlik yılları... Bayrama birkaç gün var.
Hastaneden geç gelmiş, evde biraz oyalandıktan sonra da uyuyakalmışım. Kalktığımda, dışarıdan köy minibüslerinin sesi geliyordu. Balkona çıktım, tam döneceğim, aşağıdan savcının şoförünün sesi:
“Doktor bey feth-i kabire gideceğiz, savcı bey hazırlansın diyor.”
Savcı yolda anlattı hikâyeyi. Ölen delikanlı yirmi bir yaşında ve ailenin tek çocuğuymuş. Bir ay kadar önce hiç sebepsiz bir kavgaya karışmış, karnından bıçaklamışlar. Ameliyattan sonra bir müddet yatmış, sonra da ölmüş. Ölümün ameliyata mı bağlı, yoksa bıçaklanmadan mı olduğu sorusu havada kalmış. Savcılık da feth-i kabir istemiş. Mezarı açıp, yeniden otopsi yapacağız yani.
Vardık mezarlığa. Sabah sisi çökmüş her yere. Hoca mezarın başında bizi bekliyor. Çıkardık ölüyü mezardan ve kefeninden. Masum bir çocuk gibi kıvrılmış, öylece duruyordu. İşimiz bitti, duayla gömdük. Arabaya doğru yürüyorum. Sislerin içinden kısık, hüzünlü bir ses geliyor, annesinin sesi:
“Kuzumu kurban verdim...
Benim kuzum nerede?..”
***
Mecburi hizmet yaptığım hastanedeki tüm doktorlar Kurban Bayramı tatili için gitmişlerdi. Sabah sıkıntıyla odamda otururken zabıt kâtibi adli bir olay için gideceğimizi haber verdi. Malum ekiple yola çıktık. Aylardan temmuz ya da ağustos. Hasat zamanı. Bozkıra yayılmış geniş tarlaların ortasında karıncalar gibi kımıldanan insanlar.
Tarlanın henüz biçilmemiş başaklarının arasında yatan genç bir ölü. Adanalı biçerdöver şoförlerinden birinin oğlu. Baba-oğul iki gündür aralıksız çalışmışlar. Çocuk, uykusuzluğa dayanamayıp mola verdikleri bir sırada, tarlanın kenarına ceketini sererek, yatmış uyumuş. Gecenin karanlığında buğday yüklü bir traktör görmemiş çocuğu...
Esmer yanık yüzündeki derin acıyla suskunca bekleyen baba bir ara, kafasında yaptığı konuşmayı bitirmiş de bir sorunun cevabını veriyormuş gibi konuştu: “Adana’dakiler soruyordu bu sene kurban kesecek miyiz diye, arayıp söyleyeyim bari. Kurbanı kestik. Allah kabul etsin...”
***
Bir süre önce Batman Çayı’nda cesedi bulunan on beş yaşındaki Hatice’nin, tecavüz sonucu hamile kaldığı ve iki yakını tarafından öldürüldüğü anlaşılmıştı. Hatice’nin cesedi hastanenin morgunda beklemiş, kimse sahip çıkmamıştı. Batman Savcılığı’nın, kimsesizler mezarlığına defnedileceği açıklaması üzerine birkaç yakını tarafından teslim alınan Hatice, Diyarbakır’da bir mezarlığa
defnedilmişti.
Benzer onlarca hikâyenin şahitliğine devam ediyoruz hâlâ. 11 yaşında evlendirilen Kader, 12,5 yaşında anne oldu. 14 yaşında yoksul evinin bir odasında ölü bulundu. Kader daha şanslıydı (!) Hatice’den, çünkü Kader’i otopsiden hemen sonra hiç bekletmeden gelin gittiği köyde gece yarısı toprağa koydular.
Eskiden ölülerini bir kulenin tepesine, açığa bırakan kavimler yaşardı bu topraklarda. Topluluğun rahipleri de kuleye gizlenip, yırtıcı kuşların ölüleri nerden yemeğe başladığını izlerdi.
İnsanoğlunun unutmaya meyilli
bir hafızası vardır. Toplumların
hafızası da öyle.
Auschwitz yakınlarında bir mezar taşının üzeri küçük taşlarla doludur... Ziyaretçiler yaşananları unutmadıklarını göstermek için mezarın üzerine küçük taşlar bırakıyorlar. Her küçük
taş ayrı bir hatırlamanın işareti gibi duruyor orada.
Bugün bayram... Kurban Bayramı... Dilsiz rahipler gibi saklanıp bir şeylerin arkasına bakmayalım ölülerimize. Masum ölülerimizin mezarları her Kurban Bayramı’nda toplumsal hafızamızın unutkanlığına basılan mühürler
gibi bekliyor bizleri.
***
Bayramınız kutlu olsun.