Güncelleme Tarihi:
Nisan ayında yaptığım bir sualtı fotoğraf söyleşisinde İzmirli dalgıç/ fotoğrafçı dostum Bülent Selli, ¨Kasım ayında Florida’da köpekbalıklarına dalacağız, katılmak ister misiniz?¨ dediğinde korkmadım; çünkü daha çok vakit vardı. Beynim bu fikri bir kenara attı. Eylül ayı gelip de katılıp katılmayacağım yeniden sorulduğunda düşünmek üzere biraz zaman istedim. Neredeyse koca bir yaz dalmamış/ dalamamıştım. Kulağımda bir sorun vardi ki, dalmak için en sağlam olması gereken organların başındaydı.
Dalışlar Amerika’da, Florida’da olacaktı. O tarihte THY’nin Miami’ye direk uçuşları başlayacağı için bu bir avantajdı. Uzakdoğu yolları iki gün sürüyor, pestil gibi dalışa başlıyorduk. Dahası, bu aynı zamanda Saygun Dura’yla bir fotoğraf workshop’ı olacaktı. Bingo! Gitmek için anahtar kelime. Bundan önceki dalışlarımda makro fotoğraflara yöneldiğim için geniş açım gayet zayıf, çalışmam lazım. Harika bir fırsat! Grup sualtı fotoğrafına gönül vermiş isimlerden oluşuyor, bu da çok iyi... Alev, Bülent, Güngör, Nedim, Melek, Meral, Serhan, Sevil… ve Saygun Hoca. Bu haftadan sonra kendileriyle çok daha fazla görüşeceğimiz muhakkak..
Gelelim köpekbalıklarına. Daha önce tek tük rastlamışlığım var kendilerine, ama bu bölgede farklı cinslerle tanışacağım. Köpekbalığı cinsleri oldukça kalabalık. Büyük beyaz denen en yırtıcı ve tehlikelisi ki o bölgede görülmemiş. Çok da fazla araştırmadan (sürprizlere bayılırım) ¨Tamam. Ben varım, geliyorum.¨ dedim.
Tamam dedikten sonra hazırlanmak, araştırmak için iki aya yakın süre var; var da ben işleri son haftaya bırakıp adrenalini köpekbalıklarını görmeden hemen önce yükselttim.
Önce giysilerle ilgili uyarı e-postası geldi: Üzerinde sarı, turuncu ve tabi ki kırmızı bulunan giysiler asla kullanılmayacak. Eldiven ve başlıkla dalmak mecburi. İşe başlık ve eldiven almakla başladım. Endonezya’da eldivenle dalmak yasak. İnsanlar mercanlara tutunup, dokunup zarar vermesinler diye. Burada ise korunan bizim parmaklar, köpekbalığına yem olmasınlar diye... Sarı sarı paletlerimin yerini eskimiş mavi paletler aldı, turuncu ağızlığım siyahi ile değiştirildi.
Bülent Selli’nin bize yolladığı program Miami’ye direkt uçuşun ardından iki saate yakın araba yolculugu ve West Palm Beach’e varışla başlıyor. Otele yerleşme, istirahat ve sabah 6’da kahvaltıdan hemen sonra dalış noktasına hareket ediliyor. İlk güne dört dalış konmuş, şaka gibi...
Hayatta gerçekleştirilemeyeceğini sandığım bu program gece çok az uyumama rağmen tıkır tıkır işledi. Kaldığımız otelle ilgili ufak tefek aksaklıklar heyecanımızı kaçırmaya yetmedi. Sonuçta burada bulunma sebebimiz belli. Çoğumuz birbirimizi havaalanında ilk kez görüp tanıştık. Fakat ertesi sabah herkes birbirine destek olmaya hazır. Hepimizin hedefi aynı, büyük balık görüp görselleştireceğiz!
Bizi otelden alıp dalış teknemize götüren Susan çok cana yakın bir insan. Kendisi daha sonra da hem kaptanımız hem de dalış buddy’miz olacak. Teknede dalış takımlarının kurulması, giysiler, maske, palet üçlüsünün hazırlığı ve son olarak en kıymetli varlıklarımız olan kameralarımızın objektif ayarlarının yapılmasının ardından hazırız.
İlk günkü ilk dört dalış köpekbalıklarına değil, ama tabi yolda rastlayabiliriz. Dalış merkezinin görevlileri kullanacağımız nitrox tüp hakkında bize bilgi veriyorlar. Nitrox, derin ve çok dalışlı programlarda daha fazla dalıp daha az yorulmamızı sağlıyor.
Karadan ayrıldıktan aşağı yukarı iki buçuk saat sonra Miami açıklarındayız. Tekne, bir derin su balıkçı teknesi olduğundan salması yok, içimiz dışımıza çıkıyor. Neyse ki yeşil suratlar suyun altında belli olmuyor! Tekne dalgalarla boğuşurken ilk gün komutu veriliyor, kaptan ¨Hazır¨ dediğinde ikili platformun altından geriye doğru atlayacağız. Derken biri bağırıyor ¨Dive, dive, dive!¨ (dal, dal, dal) Demesi kolay, uygulaması zor.
Sonradan izlediğim videoda maskemin içinden görünen korkulu bakışlarımın sebebinin köpekbalığı ile karşılaşacak olmaktan ziyade Jim' in bu komutuna uyamadığımdan kaynaklandığını farkediyorum. Ve birden kendimizi tepetaklak suyun içinde buluyoruz. Kimim, neredeyim diye düşünecek vakit yok. Dalış bilgilendirmesinde anlatıldığı üzere, dalış noktasının üzerine atlıyoruz. Deniz akıntılı, beceremezsen aşağıda birbirini kaybetme riski var. Tüm yaz dalmamışım, bu komando komutu beni kendime getiriyor, paniğe yer yok, çok dikkatli olman lazım Ayşegül çok!
İlk dalışta herkeste bir ¨araziye uyum¨ durumu söz konusu. Dalış aparatlarını, kendimizi, kameramızı ve birbirimizi test ediyoruz. Derken rehberim Ryan’ı 300 kiloluk bir orfozla sarmaş dolaş görüyorum. Aman Tanrı’m! Sürekli besledikleri için mi böyle yanaşıyor bu müthiş balıklar acaba? Yakından uzaktan, sağdan soldan bol bol fotoğraf çekiyoruz. Sanki kırk yıllık dostuz bu goliath cinsi orfozlarla. Tam o sırada ¨çın çın¨ bir ses duyuyoruz, rehberlerden biri tüpüne vuruyor. Büyükçe bir köpekbalığı. Onunla randevulaşmamıştık ama o da katılıyor tanışma törenimize.
İlk dalış hep en zoru gelir bana, kendime mi bakayım kameraya mı, çektiklerime mi, şaşırır kalırım. Benim dışımdakilerin hepsi çok daha deneyimli kimseler, bu sporu yıllardır yapıyorlar, fotoğraf çekiyorlar ve çoğu bu işi profesyonel olarak yapıyor. Sanırım üçüncü gün, samimiyetimiz biraz daha artınca ¨Kameranve ekipmanın ikinci el mi?¨ diye soruyorlar, hep beraber gülüşüyoruz. Hayır, kameramı sıfır almıştım ama o gün bu gündür teknoloji çağ atlamış. Bu durum fotoğraflara da yansıyor tabi ki.
İlk gece yorgunluktan birbirimize veda bile edemeden odalara çekiliyoruz. Saygun Dura Hoca’nın workshop’ı da bir başka zamana kalıyor.
Sabah askeri disiplin içinde bize söylenen saatte hazır ve nazır olarak teknede yeni komutları almak üzere hazır bekliyoruz. Teknenin sahibi Jim bizimle dalacak. Kendisini köpekbalıklarının korunmasına adamış bir doğasever. Hemen hemen hepsinin ismi var, onlardan isimleriyle bahsediyor.
Köpekbalığı dalışı özel bir sistemde ilerliyor. Bir kişi önden yem sepetleriyle dalacak. Ardından on kişilik gurubumuz sırayla o noktaya inecek. 30 metrede kumlukta, diz üstü oturup sakince bekleyeceğiz. Köpekbalıkları hem yeme hem de meraklarından dolayı insanlara yaklaşırlarmış.
¨30 metrede on dakika kalabilirsiniz. Sonra vereceğim işaretle yavaş yavaş yukarı doğru yüzmeye başlayacağız. 10-15 metrelerde bizim etrafımızda gezmeye devam edecekler, siz de bu sırada rahat rahat fotoğraf çekebilirsiniz.¨ diyor. Söylemesi kolay! Tabi ki bunu beceremiyoruz. Nedeni ise, bunun hepimiz için bir ilk olması ve herkesin ¨en¨ görüntüyü yakalamak istemesi. Sonuç ise; katastrofik! Jim çıkışta hiç alışkın olmadığımız şekilde bize kızıyor. Heyecandan, onun talimatlarını tam olarak yerine getiremediğimiz için eksi not alıyoruz. Hem Jim’den, hem köpekbalıklarından. Neyse diyip, bir dahaki sefer için hevesleniyoruz. O zaman da köpekbalıkları gelmiyor, hüsran...
Üzülüyor muyuz? Hayır. Hiçbir şeyin keyfimizi kaçırmasını istemiyoruz. Florida’dayız, denizdeyiz, hava güzel ve daha önümüzde üç koca gün var.
Aslında uzak mesafe bir dalış organizasyonu için bir hafta hiç de yeterli bir süre değil. Ama insan eşini, işini, ailesini ancak bu kadar bırakabiliyor.
Uykusuz geçen bir geceden sonra sabah erkenden hazırım. Yanımdaki arkadaşım hayret içinde. Genelde uyumadığım zamanlar huysuz olur herşeye söylenirim. Fakat dalış başka... İzci kampında gibi, akşam yatmadan ertesi günle ilgili bütün hazırlıkları eksiksiz yapıyorum. Giysimden kamerama, yolluk yiyecekten ilaçlara... Tekne çok sallandığı için çoğu kişi çantasından deniz tutmasına karşı ilacını eksik etmiyor. Sabah kahvaltısını sade tutuyoruz. Zaten dalış öncesinde mideyi fazla doldurmak hiç doğru değil. Hiç unutulmaması gerekenlerin başında ise su geliyor, bol bol su içiyoruz. Daldıkça kanımızda biriken nitrox anca bu şekilde atılıyor. Ve yine yem sepetleri hazırlanıyor. Bu kez yemlerle birlikte atlayacağız, yani önden yemlerle giden kimse yok.
Artık iyice alıştığımızı düşünüyorlar. Jim’in aralarda bize izlettiği videolarda sanırsınız ki köpekbalıkları birer evcil hayvan. Kendisi onlara yaklaşıyor, başlarını okşuyor, bir yerlerine takılmış dev kanca vs (olta ucu) varsa onları çıkarıyor. Hayretler içinde izliyoruz. ¨Kameranızı alırlarsa, sakin olun. Bırakın gitsin.¨ diyor. Şimdiye kadar yetmiş küsur kamera almış köpekbalıkları. Dördü hariç hepsini geri almışlar, böbürlenerek anlatıyor. Bunların da videosu var. Akvaryumda olmuyor bu anlattıklarım, okyanusun ortasında otuz metrelerdeyiz!
Bu sabahki dalış bilgilendirmesinde kaplan köpekbalıkları hakkında tekrar bir uyarı geliyor. Bu cinsi görmek özel bir durum, zira pek fazla ortalarda dolanmıyorlar. Gördüğümüz zaman hayvanı işaret etmememiz, göz temasını kaybetmememiz ve başımızı ani şekilde ters tarafa çevirmememiz lazım, yoksa kaplan köpekbalığı arkadan dolanıp bir sürpriz yapabilirmiş. Böyle bir durumda kameralarımızı kendimize siper etmemizi öneriyorlar. Aramızdan biri soruyor, ¨Ya saldırırsa, ne yapacağız?¨ Cevap kısa ve öz: ¨Dua edin.¨
DUA ETTİK,BÖYLE BİRŞEY GELMEDİ BAŞIMIZA
İlk dalış başarısız. Akıntı değiştiğinden kaptan tam dalış noktasını bulamıyor. O sırada ben dipte kameramı çalıştırmakta zorlanıyorum. Kurcalarken bir anda hızla su almaya başlıyor. Housing’in içi akvaryuma dönüşmeden kamerayı kurtarmam lazım. Geri çıkıyoruz ve bir dalış böylece harcanmış oluyor. Üzülüyorum.
Bir sonraki dalışta kamerayla inmem imkansız, riske giremiyorum. Büyük bir olasılıkla suya elimizde kamerayla atladığımız için kameram hasar goruyor. Benim gibi Bülent Beyi’n de kamerası arızalanıyor. Boynumuz bükük, ben tekneye biniyorum, Bülent Bey son gün için bir çare aramak üzere karada kalıyor. Ben dalışı tabi ki yapacağım. Bu sefer farklı bir deneyim olacak, kamerasız… O sırada telsizden haber geliyor, köpekbalıkları o noktaya uğramamış. Bir saat ötede başka biryere gitmemiz lazım. Bunlar artık son köpekbalığı dalışları. Son gün makro çekimlere ayrılmış, daha farklı noktalara dalacağız.
Final maçına hazırlanan futbolcular gibi kafa kafaya verip ¨Biz bu işi yaparız, Jim’i de bir güzel mahçup ederiz, disiplin bizim işimiz.¨ diyoruz. Rehberimin elinde yem sepetleri, beraberce suya atlıyoruz. Noktayı kaybetmemek, sürüklenmemek için yüzeyde oyalanmadan doğru dibe iniyoruz. Görüntü biraz bulanık. Genelde Atlas Okyanusu’nda, özellikle de Florida’da çok net, harikulade mavi bir su var. Fakat rüzgar ve akıntı herşeyi değiştiriyor. Uzaklardaki bir kasırga buraya bu şekilde tesir edebiliyor.
MEĞER NEFES TÜPÜM BOŞMUŞ
Tam aşağı indiğim esnada kolumdan bilgisayarım alarm veriyor, ¨Yukarı çık!¨ Alarmın sesi durmak bilmiyor, bakınıyorum. Grup ilerliyor. Havama baktığımda, son dalıştan sonra tekrar değiştirmemiş olduklarını fark ediyorum. Hızlıca yukarı çıkmam lazım. Tekne hareket halinde. Yüzeyde gösterdikleri el kol hareketleriyle beni görmelerini sağlıyorum, yanıma yanaşıp beni alıyorlar. O şiddetli akıntıda tekneden atlaması bir dert, geri çıkması ayrı dert.
Tekneye çıktığımda heyecan içinde ¨Havamı unutmuşsunuz¨ diyorum. ¨Aa biz yandaki tüpü doldurmuşuz.¨ diyorlar. Kabahat benim tabi. Her seferinde inmeden kontrol etmeliyim, söylenme hakkım yok. Çok çabuk tüpü yenileyip ¨Hazırlan¨ diyorlar. Nasıl yani? Yalnız mı ineceğim? Kaptan gayet soğukkanlı, ¨Ben şimdi seni köpekbalıklarının üzerine bırakırım.¨ diyor. Korkuyor muyum? Sanırım dondum...
Atlıyorum ve o görüş mesafesi gayet zayıf noktada bir an düşünüyorum. Aslında düşünmek icin çok geç. Adrenalin tavan yapmış vaziyette ve grup ortada yok. Acaba yukarı çıksam tekne hala orada mıdır? Aşağı insem; ya kaybolursam? Neler düşünüyorum neler. Sonunda kendime geliyorum. Suyun altını çok seviyorum, bir yolunu bulacağım. Arkamdan bana sürtünerek bir köpekbalığı geliyor, bakışıyoruz. İnanılmaz estetik hayvanlar. Bir arkadaşım BMW’nin bir modelinin köpekbalığının formundan ilham alınarak tasarlandığını söylemişti. Haydi diyorum, haydi yol göster, neredeler? Ve kuyruğunu kıvıra kıvıra önüme geçiyor. Az sonra bizimkilerin flaşlarını goruyorum. Onlarca köpekbalığı, dev orfozlar, gerçek bir cümbüş! Fotografçılar için tam bir bayram yeri, beceriyoruz sonunda.
Fotoğraf çekerken hayatı bir vizör kadar görüyorsunuz. Ben köpekbalıklarıyla olan bu dalışta kamerasız olduğum için şanslıydım. Zevkle izledim onları, dersler aldım kendime. Bir dahaki sefer neler yapmam neler yapmamam gerektiğini öğrenmeye çalıştım.
Tekneye çıktığımızda herkes mutlu, boş yok. Tabi ki herkes farklı bir gözle çekmiş. Kareler önce teknede, sonra otelimizin minik lobisinde, yemekten sonra da workshop yaptığımız salonda paylaşılıyor. Birbirinden farklı mesleklerde bu insanları birbirlerine bağlayan şey sualtı ve fotoğrafçılık. Aynı lisanı konuşabilmek ne güzel…
Son gün dalışlarımız sığ suda ve neredeyse şehrin göbeğinde. Sanki Kalamış’ta dalış yapıyoruz, karayla iç içeyiz. Aynı yerde gece dalışı yaptığımız zamanki izlenimim buranın faunasının çok zengin olduğuydu. O gece sudan çıkmak bilmedik. Otele döndüğümüzde de yaklaşık 14 saate yakın teknede kaldığımızı görüp şaşkınlık geçirdik. Neredeyse yalnızca Endonezya’da görülecek bir canlı çeşitliliğiyle karşı karşıyaydık. Mercan olmayan bu denizlerde bütün bunlar nasıl yetişiyor diye soruyoruz. Var olan mercanlar, aldıkları kuvvetli gün ışığı sayesinde beslenip buradaki binbir çeşit canlıyı barındırıyorlarmış.
DEDİKLERİ KADAR VAR,WEST PALM TAM BİR MAKRO CENNETİ
Her güzel şeyin bir sonu var da, dalışların olmasa keşke diyoruz hepimiz.Hakikaten, tam da giysimize, kameramıza, tekneye, dalış noktalarına ve en önemlisi birbirimize alışmışken bitiyor yine.
Beş günde yaklaşık onyedi dalış yapıyoruz. Vücutlarımızın uçmadan önce 24 saat dinlenmesi lazım. Grup arkadaşlarım Crystal River, Tampa’da deniz ineklerini (manatee) görmeye gidiyorlar. Şnorkel ve maske ile dalıp fotoğraf çekecekler. Kameram arızalı olduğu için üzülerek gruptan ayrılıyorum. Dönüşte Miami Havaalanı’nda buluşmak üzere ayrılıyoruz.
Bedenim inanılmaz yorgun. Normalde geceleri uyumak için her yolu deneyen ben, nerdeyse hava kararmadan bayılıp kalıyorum.
Workshop’lardan birinde, ikinci gün çektiğim köpekbalığı karelerinin Saygun Dura Hoca ve guruptakiler tarafından beğenilmesi hoşuma gidiyor. Daha ilk deneyimden paylaşacak karelerim var!
E PEKİ KORKMUYOR MUSUN?KORKMADIN MI?BEN OLSAM KORKARDIM...
Bir dalgıcın, özellikle köpekbalıklarına dalan birinin en sık duydugu sorular ve yorumlar bunlar olsa gerek. Evet, belki biraz korktum, daha doğrusu ürktüm. Ne fena olmuş, tedirginliğimin yaydığı titreşimi fark eden balıklar burnumun dibine gelememiş. Halbuki nasıl da portre çekmek istiyordum…
Korkmadım, çünkü karadaki köpekbalıkları her zaman daha vahşiler ve her yerdeler.
Eşyalarımızı toplamak için otelimize geliyoruz. Dünyayla kesilen ilişkimiz dalışlar bittiği için televizyonu açmamızla başlıyor. Önce Beyrut’taki patlamayı duyuyoruz, 24 saat geçmeden Paris, kahroluyoruz.
Sorarım size; kim daha tehlikeli, nerede daha güvendeyiz?