Güncelleme Tarihi:
Müslüman mahallesinde salyangoz olmayı anlattığınız kitabınızda “Bir çocuk ötekilikle başlatılır mı hayata”, diye soruyorsunuz. Başlarsa ne olur?
İki yolu var bunun. Biri gömülmek. Hastalıklı bir haldir bu. Bu hastalığın tedavisi olmayacağı anlaşılırsa giderek ölürsün. Kaçarsın, yok sayılmak istersin. Yok sayılmamayı sorun etmekten ziyade bir avantaj olarak görürsün. Bu, zevksiz bir şey, niye böyle olsun? İkinci hal, bunu beğenmezsin, bu halde olmanın sebebini kendinde bulmazsın. Bunun bir sistem sorunu olduğunun farkına varırsın ve değiştirmeye çalışırsın. Bu zor ama yaşam enerjisi verir ve eğlenmeye başlarsın.
Eğlenmeye başlarsın da ne demek?
E çok komik değil mi her şey? Sana atfedilen kimliğin algılanış biçimi. Senin gerçekliğinle onun arasındaki garip durum. Bütün bunların aslında saçma sapan olduğunu fark eden bir yerden onları deşifre etme hali çok eğlenceli değil mi?
Bunu ne zaman fark ettiniz, ikinci yola girmeye nasıl karar verdiniz?
Ben birinci yola hiç girmedim.
Sizi ilk yoldan uzak tutan şey neydi?
Sanırım Sadri Alışık’tı.
YOK OĞLUM, O TÜRK-MÜSLÜMAN
Bunu kitapta yazıyorsunuz, “Sadri Alışık yüzünden Ermeni kalamadım ben” diyorsunuz hatta.
O ötekilik, azınlılık halinin verdiği bir savunma refleksi var. Sokaklardaki insanların, kalabalıkların, komşuların senin için bir tehlike unsuru olduğu sana söylenmemiş ama biliyorsun. Hayatın güvenlik tedbiriyle geçiyor. Çocuk olarak bunu bir realite olarak görüyorsun. Kurduğun mesafede hayatta meşru olan kendinsin. Başka bir hayatta kalma yöntemi yok çünkü. Kendini kıymetli hissetmelisin. O kıymeti aile içinde birbirimize vererek ayakta kalıyorduk. Ve ister istemez tehlike yaratan insanların kötü olduğu sonucuna varıyorduk. Hastalıklı bir şey. Ufacık yaşta televizyonda görüp sevmeye başladığımda Sadri Alışık’ın iyiler tarafında olduğundan emindim.
Bu ne demekti?
İyiyse bizden demek ki. Bir gün anneme “Sadri Alışık bizden mi?” diye sordum. “Yok oğlum, o Türk-Müslüman” dedi. Orada sorun başladı. Çünkü Sadri Alışık’ı kötüler listesine sokmam mümkün değildi. Ben o günden itibaren sokağın, annemin, devletin bana dayattığının gerçek olmadığını fark edip, kendi terazimi oluşturdum.
“Bana öğretilen şu üç şey yanlıştı” deseniz, neleri sayarsınız?
İçine doğduğumuz kimliklerin bizleri çirkin, öteki, iyi, güzel, mutlu ya da mutsuz etme kaynağı olduğu bilgisi yalandı. Hiç ilgisi yokmuş. Evin içine o ailenin kapalılığına kimseyi sokmamalıyız bilgisi de doğru değildi. Sonra ben herkesi evime doldurdum, çoğalttım orayı. Bugünkü evimi de öyle kurdum.
Kimlerle doldurdunuz evinizi?
Beğendiğim, dokunduğum, hissettiğim herkesle. Kendi evimin güvenliğini yıktım. Üçüncüsü de şu: Bütün bunlarla mücadele ettiğimiz zaman bunları değiştirebiliriz bilgisi vardı. Bu, hayatın dayattığı bir şeydi. Bu da doğru değilmiş. Hiçbir şey değişmeyecekmiş.
Annenizin “Aman oğlum” diye başlayan cümleleri var mıydı?
Hâlâ var. Bir televizyon programına gidip en bagajsız sözleri söylediğim için kendimle gurur duyduğum programın çıkışında annem aradığında bütün algım bozulur.
Ne der?
“Aman oğlum” der işte. Kitapta anlattım, Hrant’tan sonra haksız değil artık.
Peki siz bugün kendi çocuklarınıza “Aman oğlum” diyor musunuz?
Kendi çocuklarıma bunu demek için çok fazla sebep kalmasın diye topu göğsümde yumuşatıyorum.
Önce Ergenekon mahallesinde oturuyorsunuz, sonra Baysungur Sokak’a taşınıyorsunuz. Orada artık bir ‘mahalle çocuğu’sunuz. Bu, hayatınızda nasıl bir kırılma noktası?
Gerçek hayatla, mahalle kavgasıyla, sıradan bir insanın başına gelebilecek her şeyle karşılaşma şansım oldu. Bu, büyük bir avantajdı. Mahalleye çıkınca sıradan bir insan olmanın, tedavi olmanın yolunu aramaya başladım.
BEN DE ONLAR GİBİ OLABİLİRDİM
O arada canınız yandı mı?
Çok.
Mahalleden eve ağlayarak gittiğiniz oldu mu?
Yok, ben delikanlı çocuktum, ağlamıyordum. Çaktırmazdım.
Bugüne kadar canınızı en çok ne acıttı?
Hrant’ın ölümü. Kin ve nefretten bahsetmiyorum. Bu beni çok ama çok üzdü.
Kitap sanki iki bölüm. Sizi acıtsa da yaşadıklarınızı hep bir tebessümle okudum. Taa ki Hrant’a kadar.
Çünkü benim hayatım da iki bölüm.
Bir de herkesi anlama haliniz var kitapta. Yani İmam Hatip’li arkadaşınız Süleyman, “Hayko sen Ermeniymişsin ama çok iyi birisin” dediğinde buna kızmıyorsunuz.
Süleyman’ı anlıyorum çünkü. Şaşırdı, vücuduma dokundu, düşünsenize. Üniversite hazırlık kursuna gidecek yaştayız. Ben de onlar gibi biri olabilirdim. Anlamak da yorucu bir şey. Bu yüzden sosyal medyada mizahı bu kadar kullanmaya başladım. Çıldırmamak için.
UYGUN ERMENİ BULUNAMADI!
“Televizyonlara bir Ermeni lazım” meselesi var bir de. Bununla da çok dalga geçiyorsunuz...
Nasıl dalga geçmem. O kadar ki, çağrıldığım bir etkinliğe katılmaya müsait değilsem telefondaki ses “Bize başka bir Ermeni önerebilir misin?” diyebilecek kadar pervasızlaşmış.
Az daha milletvekili de oluyormuşsunuz aynı kontenjandan...
BDP destekli bağımsız adaylık için benim ismim üzerinde uzlaşıldı. Bu fikri genel başkan Selahattin Demirtaş’a iletmek için aralarında Ahmet İnsel, Roni Margulies, Mithat Sancar’ın da olduğu bir kadro kuruldu. Bir Transporter kiralayıp düştük yollara.
Sonra?
Teklif BDP yönetimine sunuldu. Sonra Sırrı Abi seçildi, o da “Uygun Ermeni aday bulunamadı” diye demeç verdi. Hâlâ aramızda bir atışma malzemesidir.
Erdoğan “Afedersin Ermeni” dediğinde ne yaptınız?
Güldüm. Yıllar önce Hatay Vakıflıköy’e gittik. Orası Türkiye’nin tek Ermeni köyü. Köyde bir taş ev var. O evin önüne park ettik. Evin sahibi olan köylü, gururla evi anlatıyor. Gruptan biri dedi ki, “Peki ne eviymiş bu daha önce”. Adam da karşısındaki 60 Ermeniye “Afedersiniz Ermeni eviymiş” dedi. Başbakan ile o adamın arasındaki fark şu: O adamın bunu söylemesi benim çocuğumun hayatını zorlaştırmayacak. Hatta o adam mahcup olacak.
ETYEN ABİ SÖZÜMÜ DEĞERSİZLEŞTİRDİ
Kitapta “Rumlar Ermenileri sevmez” diyorsunuz.
Ermeniler de Rumları sevmez. Yahudiler hiçbirini sevmez. Hepsi toplanıp Süryanileri sevmez. Bu, İstanbul’da biraz sınıfsal bir şeydir. Rumlar daha eski kentlidir, Ermeniler sonradan gelmiştir ve köylüdür o zaman. Yahudiler kapalı olduğu için onlara Raton derler, sıçan demektir. Etyen Abi azınlıkların İslamofobik hallerini teşhis ederken biraz Burgazada’dan baktı meseleye. Malatya’nın Argovan Köyü’ndeki Alevi, Sünni, Ermeni köyü arasında böyle bir ilişki yoktu. O, sınıfsal kentlilikle ilgili bir sorundur.
Konu, Etyen Mahçupyan’dan açılmışken, son atışmanızdan bahsedelim. O size ‘palyaço’ siz ona ‘saray soytarısı’ dediniz. Neler oluyor?
Yazımın o kadar etki yaratmasına, Etyen Abi’nin kendisini bu kadar zor duruma sokmasına sevinmedim ki ben... Şunu daha babacan bulurdum: Etyen Abi, “Oğlum bak, ben biliyorum bu hayatta bir şeyleri. Siz yokken bir sürü emek verdim. Şimdi benim ne dediğimi anlamıyor olabilirsiniz. Tabii kendi jenerasyonunuzun değerleriyle, kendi acılarınızla davranın. Ama bence buradan yürünmez” deseydi, onu arar, “Abi seni bir daha dinlemek istiyorum” derdim. Ama palyaçolar yazısında sözümüzü değersizleştirdi. Alkış almak için bunları yaptığımızı söyledi. Biz acımızı, derdimizi, bilgimizi, vicdanımızı pazarlamadık ki. Biz de yazabilirdik o yazıları. Yıllardır o kadar çok vesile oldu ki. Ayıptı, yazmadık.