Sinemadan gelip, geçen güzel kadınlarla ilgili bir liste yapacak olsak, sanırım bu gazetenin bütün sayfaları yetmez.
Çoğunu beyaz perdede, ekranda, gazetelerin, dergilerin sayfalarında görmüşüzdür ama bir süre sonra isimlerini bile hatırlamayız.
Birisine hazırlıksız olarak “Sinemanın en güzel on kadınını sayabilir misin?” diye sorsak, çoğu kişinin ilk elde on ismi biraraya getirebileceği bile kuşkuludur.
Bu on binlerce güzel kadından hepimizde ortak bir iz bırakabilenlerin sayısı on, yirmi, haydi bilemediniz otuz olabilir.
O isimlerin çoğunu da bizde iz bırakan filmleriyle hatırlarız.
Sinema oyuncusu olarak kariyer yapmış, bütün dünyada ‘dişiliğin’ sembolü olabilmiş ama kayda değer tek bir
film bile yapamamış birisini ararsanız, bütün yollar Brigitte Bardot’ya çıkar!
Onu bir tek ‘Ve Tanrı Kadını Yarattı’ ile hatırlıyoruz, o filmin de bizde bıraktığı tek iz o olanca yuvarlaklarını sallayarak çıplak ayakla dans eden sarışından başka bir şey değil.
‘En iyi 100 film’ gibi antolojilerde o filmden söz edildiğini hiç görmedim, duymadım.
Ama içinde Brigitte Bardot geçen şarkıların sayısını kestirebilmek bile zordur. Oscarları, Altın Palmiyeleri, Altın Ayıları kucak kucak toplamış onca güzel kadın oyuncu için böyle bir şey söyleyemeyiz ama.
İlk BB şarkısı ‘Brigitte Bardot Bardot, Brigitte Bravo Bravo’ Achilles and Heels’in şarkısıydı ve hâlâ en yaygın olarak bilinen şarkı da odur.
18 yaşında ailesinin zorlaması ile evlendiği yönetmen Roger Vadim’in ‘Ve Tanrı Kadını Yarattı’ filmi, BB’nin ‘doğuşu’ olarak geçiyor sinema tarihinde.
Eleştirmenlerin, sinema tarihçilerinin ‘doğuşu’ için verdikleri bu referansa onun yorumu şuydu: ‘Hiç doğmamak isterdim!’
Onu böylesine unutulmaz ve büyülü kılan şey neydi?
“Brigitte Bardot, eksistanyalizmin poster kızıdır” diyen Simone De Beauvoir ‘BB ve Lolita Sendromu’ isimli kitabında şöyle yazıyordu:
“Onun erotizmi sihirli değil, saldırgandır.”
Bu yargı da De Beauvoir’ın: “Doğallığın gücü olarak görünür, tehlikelidir, evcilleşirse bir cesete dönüşür.”
Nabokov’un Lolita’sı da onun dünya sahnesine çıktığından sadece beş sene sonra yayınlandı. Bunu elbette bilmiyoruz ama katışıksız doğal güzelliğinin Nabokov’u da etkilemiş olması mümkündür diye düşünüyorum.
Beauvoir, onu ‘kadın tarihinin lokomotifi’ diye tanımlamıştı.
Savaş sonrası Fransası’nın ilk ve en özgür kadın figürüydü.
De Beauvoir şöyle yazıyordu:
“Vücudu pasif kadının bir sembolü değildir. Giysileri fetiş değildir ve soyunduğu zaman ortaya çıkan da bir gizem değildir. O, vücudunu sıradan bir şeymiş gibi sergiler.”
Ben filozof değil, sıradan bir erkeğim.
Fotoğraflarına bakarken ona bayılırdım ama demek ki bu kadar beğeniyor olmamın nedeni de bunlarmış!
İlkgençlik yıllarımızda kapağında Brigitte Bardot olan Ses dergisini satın almamamız düşünülemezdi.
Charles de Gaulle şöyle demişti: “O en az Renault kadar önemli bir ihraç ürünümüzdür.”
Arada bir Pazar dergisinin orta sayfasında da ‘poster’ olurdu, yatakhanedeki dolaplarımızın kapağını her açtığımızda “n’aber” diyen bir arkadaş.
Sinemayı bıraktığını açıkladığında 40 yaşındaydı, 50’den fazla hiç bir iz bırakmayan film çevirmişti, bense Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde kayıt kuyruğundaydım!
“Benim kuşağımın kadınları onu 1950’de ilk kez Elle dergisine kapak olduğunda hatırlarlar” diye anlatıyor Fransız moda tarihçisi Nicole Parrot, “Kısa kestane rengi saçları vardı. Büyüleyici bir balerin duruşuydu. O güne kadar moda dünyasının ya da sosyetenin görmediği bir kızdı.”
Ve hep öyle de kaldı!
‘Vamp’ olmanın jartiyerlerde, yüksek ökçelerde, seks skandallarında arandığı bir dönemde, babet ayakkabılar ile gezdi, capri pantolon ona yakıştığı kadar hiç bir kadına yakışmadı! ‘Bikini’ denilen giysiyi en iyi taşıyan da oydu.
Kalın kırmızı dudakları, alt dudağını hep ısırırmış gibi görünen dişleri, avare sarı saçları!
40 yaşında emekli olduktan sonra St. Tropez’ye yerleşti, kendisini Akdeniz doğal yaşamının korunmasına ve hayvanlara adadı.
Çok geçmeden vejeteryen de oldu.
Fransa’ya Müslüman göçünün artmasından duyduğu endişeleri yazdığında ırkçılıkla da suçlandı.
Bu suçla çıkarıldığı mahkemede “ben kimseyi bilerek kıramam ki” diye kendisini savunacaktı ama bu utanç artık bir kere üzerine de yapışmış bulunuyordu.
Hiçbir zaman plastik cerrahiye, iğnelere, botokslara yüz vermedi. Tanrı ne verdiyse onunla idare etti, yaşlanmaktan gocunmadı.
Ne diyeyim, “iyi ki doğdun”!
Roger Vadim eski eşi için şöyle diyor: “Sadakatsizlik konusunda çok yetenekliydi. Ama beni aynı anda birden fazla erkekle aldatmayacak kadar iffetliydi.”