Güncelleme Tarihi:
Çınar Oskay, yeni yayımlanan kitabı Haziran'da, “Kazanmasa da hiç kaybetmeyecek” diyor Gezi ruhu için. Eğer kentli yığınların yüksek sesli tepkisini ve toplumsal muhalefete doğrudan katılımını esas alırsanız, Gezi gayet net biçimde kazanmıştır. Ama hareketin nihai hedefini 'Erdoğan’ın gitmesi' olarak tarif ederseniz –özellikle son seçim sonuçları ardından- Gezi, gayet net biçimde kaybedendir. Oysa asıl sorun, bu tarifle birlikte başlıyor: Toplumsal muhalefetin başarısını da, başarısızlığını da Erdoğan’a kilitlemek. Kollektif bir hareketi, ‘bir liderin koltuğundan kaldırılması’ üzerine kurmak!
Tarihin tekrar tekrar gösterdiği üzere, Sezar’ı bertaraf etmekle sorunlar çözülmüyor. Hatta Sezar’ın yerine getirilecek bir isim bulmakla da... “Kral öldü, yaşasın [yeni] kral” diye bağıranlar, yüzyıllar boyunca sistemin değil, sadece hükümdarın değiştiğini anlatıp durdu. Yeni kralla birlikte işlerin düzeleceğine dair yeşeren umutlar, çoğu zaman yerini karamsarlığa bıraktı. Dolayısıyla aşırı pragmatik bir beklentiyle yalnızca Erdoğan’ın gitmesine odaklanmak, babasından kurtulunca gerçek kurtuluşa ereceğine inanan Oedipius’un durumundan çok da farklı sayılmaz. Esas mesele, sistemin ortaya çıkmasına imkan tanıdığı lider tipidir. Nedenler değişmedikçe, sonuçlar değişir mi?
Yüzeysel bir bakış, örneğin Hitler’in, Mussolini’nin ne kadar 'kötü' liderler olduğu üzerinde durur ama onları iktidara taşıyan koşulları çok da umursamaz. Oysa Hitler’i destekleyenlerle, savaş sonrasında Adenauer’i destekleyenler tümüyle ayrı insanlar değildiler. Yani, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Almanya’ya öyle uzaydan yeni sürüm seçmenler ışınlanmadı! Değişen, koşullar ve sistemdi.
Peki ama 2014 Türkiye’sinde sistemi değiştirmek ne demek? Elbette çözüm, hukuk içinde somut ve ilkesel talepler peşinden koşmaktır. Örneğin ve öncelikle, toplumsal muhalefetin gerek Siyasi Partiler Kanunu, gerekse Seçim Kanunu’nun değişimine odaklanmasıdır. Bunu siyasi muhalefetten beklemenin bir hayal olduğu ortada. Demokratikleşme yolculuğunda ancak bunun gibi açık talepler belirlendiği zaman, 'iki ağaç' (ya da yakın geçmişte bir bez parçası) üzerinden değil, hakiki meseleler üzerinden tartışmaya başlayabiliriz.
Türkiye’de siyasetin dolaylı semboller üzerinden yürümesi bile başlı başına bir gelişmemişlik göstergesi. Zayıf bir demokratik hareketin kapacağı en basit enfeksiyon da şiddet eylemleridir. Bakın, yıldönümünde bile hala Gezi hareketi bir 'meydan hakimiyeti' eftrafında anılıyor. Oysa 'alan hakimiyeti' özünde askerî bir kavramdır, kurtarılmış ya da fethedilmiş bir bölgeyi tanımlar. Halbuki ‘Gezi ruhu’, eğer tam anlamıyla özgürlükçü bir ruhsa (ki çok önemli bir kitle için böyle) bu militarist yaklaşımın tam da zıttını öne çıkarmak zorunda: Somut taleplerle; serin kanlılık, kararlılık ve sabırla... Toplumsal hareketle, toplumsal tepkiyi birbirinden ayıran da bu değil mi zaten?
Özgürlükçü bir toplumsal hareketin yolu, lidere duyulan gündelik tepkiden değil hükümran liderliği mümkün kılan siyasal sisteme muhalefetten geçiyor. İşte Gezi’nin kazanımlarını-kayıplarını asıl bu ölçülere göre belirlemeliyiz; “Anti-Tayyip koalisyonu”nun performansı üzerinden değil. 'Ruh ve akıl' birlikte hareket etmedikçe, Sezar gider, Octavius gelir. Ve eninde sonunda tüm yollar Roma’ya çıkar.